Hılkatin gayesi nedir?

Bilindiği gibi insan ve bil hassa insanların en akıllıları kabul edilen flozoflar ve mütefekkirler hep bu yaratılış gayesini sorgulamışlar ve sırrı hilkati alemi araştırmışlardır.

Elbette biz mü’minler olarak her şeyde olduğu gibi böylesine mühim meselede de, kainat sultanının sözü varken başka sözlere itibar etmeyiz. Zira “Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâkî varken, başka bürhan aramak aklıma zâid görünür.

Elde Kur’ân gibi bir bürhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?” (Sözler, Yirmi Beşinci Söz, s., 586) diyen bir Üstadın talebesiyiz. O halde “söz kur’anındır” deyip o sözle insanlığı bütün musibetlerin sebebi olan inkar girdabından kurtarmaya çalışıyoruz.

Bediüzzaman yine Kur’an’a istinaden daha hulasa ifadelerle “Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun? Bu dünyada işin nedir ve reisin kimdir?” sorularının cevabını vermiş ve küfrün belini kırmıştır.

Evet ayet-i kerimede “Ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat s. 56) Burada kısa bir tefsir veya yorum ilave edersek; “kulluk etsinler diye” sözünü bazı müfessirler “tanısınlar, iman etsinler” tarzında yorumlamışlardır.

Bu ayet-i kerimede imanın neticesine dikkat çekilmiştir. Yani insanın yaratılış gayesi tevhid dir. Tevhit ise; Allah (cc) ye kulluk ve onu ibadette birlemektir.

İşte Bediüzzaman bu vesileyle ibadetin öncüsü olan tevhit ve imana şöyle dikkat çekmiştir: “Katiyyen bilki hılkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en Ali mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, imanı billah içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır.” (Yirminci Mektup, s. 375) demek suretiyle yaratılışın gerçek maksadını ifade etmiş oluyor.

Her nedense nebiler; Hz. İbrahim misali bu gerçeği kısa zamanda idrak ettikleri halde ki, onların; “fetanet, sıdk ve emanet” gibi mümtaz sıfatları vardır ve bu gibi özellikler onları korur. Yani peygamberler en zeki, en akıllı ve en müdebbir kimselerdir. Halbuki başta filozoflar olmak üzere bilim adamları bu gerçeği anlamak için bir ömür harcamış, hatta bir kısmı ölümüne yakın fark ettiği halde diğerleri çok ulvi gayeler için gönderildikleri alemden elleri boş ve perişan olarak inanmadıkları aleme dönmüşlerdir. Allah korusun onların oradaki halleri tüyler ürpertici ve tasviri imkansız ızdırap ve felaketlerden ve onların buna mukabil hiçbir mantıklı mazereti olamaz, çünkü Cenab-ı Hak insana bu gerçeği idrak edecek iz’an vermiş ve “kimseye götüremeyeceği yük yüklememiştir” (Bakara 286) gerçeğini açıkça ilan etmiştir.

Haliyle bahtiyar olup ayılanlar ise esefle pişmanlıklarını itiraf etmişlerdir. Fakat böyle bir pişmanlık asla hidayet ehli müttakiler için söz konusu değildir. Elbette bu bir nasip meselesidir, fakat insan niyet ve karakteri kaderinin sebebidir ve “ameller niyetlere göredir” buyruluyor.

Aslında bu yaratılış meselesinde fen ilimlerini de, devreye sokmak gerekiri. Nizam, nazımı gerektirdiğine göre bu nizam nazımsız olamaz. Hatta o nazım da, gönderdiği mucize sahibi peygamberler ve ilahi kitaplarla kendini ilan ettiğine göre gerisi lafı güzaftır.

Artık şu kesin tahakkuk etmiştir ki, iman-ı billah, ma’rifetullah ve muhabbetullahtır. İnsanlığın farkında olmadan aradığı gerçek saadet ve huzur da, o dur vesselam.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*