Mehmet Kutlular: Şahsa değil sisteme bağlıyız

Makalede neler var?

Not: Bu yazı “Mehmet Kutlular’ın dilinden hizmet prensipleri” adlı dosya çalışmasının devamdır

Takdim

Mehmet Kutlular… 6 Nisan 2021 tarihinde hakkın rahmetine kavuştu. Ömrünü Nur hizmetlerine adamış bir dava adamı. Adeta fena fi’l-Üstad, fena fi’r-Risale-i Nur olmuş bir Nur talebesi. Nur hizmetine dahil olduktan sonra bütün önemli olayların merkezinde bulunmuş. Çok derin bir hizmet tecrübesine sahip. Siyasi ve içtimai hadiseleri bire bir yaşamış. DP dönemi, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat gibi ihtilallerin içinden çıkıp gelmiş. Tüm bu hadiseler karşısında hep istikametini muhafaza etmiş. Yeni Asya Camiasının Nur hizmetlerinde ve içtimai ve siyasi konulardaki istikametini muhafaza etmesinde en büyük katkıyı sağlamış.

İşte böyle bir dava adamının, Risale-i Nurdan ders aldığı imani, İslami, içtimai ve siyasi prensipleri uygulama noktasındaki hizmet tecrübelerini, “Mehmet Kutlular şahsa değil sisteme bağlıyız” başlığı altında sizler için derledik. Gelecek olan ifadeler Yeni Asya Gazetesinde ve EuroNurda muhtelif zamanlarda neşredilmiş yazılardan alınmıştır. Bu yazıların kaynaklarına www.saidnursi.de sitemizdeki kelime arama yöntemi ile ulaşabilirsiniz. Faydalı olması dileğiyle…

SaidNursi.de

Şahsa değil sisteme bağlıyız

“Üstad Hazretleri sağlığında hep meşrutiyet-i meşruayı savunmuş, istibdatı her zaman reddetmiştir. Zaten Risale-i Nurun gayesi İslamiyeti Asr-ı Saadetteki saflığına kavuşturmaktır. Bugün demokrasi dediğimiz çoğunluğun tercihine dayanan idari sistem de, en güzel şekilde Asr-ı Saadette uygulanmış, dört halife seçimle iş başına gelmiştir. Bizim mesleğimizde de, istişare ve çoğunluğun iradesine tabi olmak esastır.

Bu hizmetler bu sayede bugünkü duruma gelmiştir. Zübeyir Ağabey’in bize sık sık anlattığı bir hatırası vardır. Üstad Hazretleri talebelerine ‘bir gün ben de Risale-i Nur aleyhine dönersem ne yaparsınız’ der, cevabını da yine kendisi verirmiş: Üstadım biz seni severiz, sayarız, elinizi öperiz ama Risale-i Nur ne diyorsa onu yaparız diyeceksiniz’. Böylece şahıslara bağlı kalmak yerine, Risale-i Nurun sistemine bağlı kalmayı ders verirmiş. Biz de Nurlardan bu dersi alıyorsak, bu yolu takip etmek durumundayız.”

Nurcuların hiçbir zaman değişmeyen ve kırılmayan bir çizgileri var

Nurcuların hiçbir zaman değişmeyen ve kırılmayan bir çizgileri vardır, bu da yine Risale-i Nurlarda ve Üstad Hazretlerinin hayatında göstermiş olduğu hürriyet ve meşrutiyet, yani demokrasi çizgisidir. Bu nedenle biz isimlere ve şahıslara göre oy vermiyoruz, biz hür düşünceye ve demokrat misyona destek oluyoruz. Onların iktidara gelip gelmemesi bizim işimiz değil. Bugüne kadar da oy verdiğimiz kadrolar bizi mahcup etmediler. Demokratların söz sahibi olduğu dönemlerde dindarlar hep rahat bir nefes almışlar, hizmetlerini daha hür bir ortamda yürütmüşlerdir. Bu güne kadar bu çizgimizi muhafaza ettik, bundan sonra da aynı şekilde devam edeceğiz”

Bediüzzaman özgürlükleri savundu

“Hürriyet Rahman isminin bir hediyesidir. İnsanın ne kendisine, ne de başkasına zarar vermemesidir. Hürriyet, ancak İslamiyet ve imanla gerçek bir hürriyettir. Bediüzzaman ‘Sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmareye esir olmaktır’ der. Hürriyeti imanın bir özelliği olarak görür. İmanlı bir insan kimseye boyun eğmez. Kimsenin istibdadı, tahakkümü altına girmez. Şehamet-i imaniyesi buna engel olduğu gibi, imanından kaynaklanan şefkati de kimseyi tahakkümü altına almaya müsaade etmez. En zalim diktatörlere boyun eğmeyen imanlı insan, öte yandan bir karıncayı dahi incitemeyecek şefkate sahiptir.”

“1400 sene önce bizim dinimiz bu ölçüleri koymuştur. Rabbimiz iman hususunda insanları hür bırakmıştır. Hürriyet en güzel manada Asr-ı Saadette yaşanmıştır. İşte bu nedenle Bediüzzaman’ın meşrutiyeti Şeriat namına alkışlamış, dört halifenin seçimle iş başına geldiği söyleyerek, cumhuriyetin gerçek manasıyla o zaman tatbik edildiğini eserlerinde yazmıştır.”

“Hak ve hürriyetlerin önündeki engellerden birinin de “kutsal devlet” anlayışıdır. Bizde kutsal devlet anlayışı var. Halbuki devlet değil, millet kutsaldır. Milletin hak ve hürriyetleri kutsaldır. Devlet millet için vardır, millete bir hizmet aracıdır.”

“Üstad bedel ödemekten çekinmemiş. ‘Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam’ demiş. İdamı Allah’a kavuşmak için bir pasaport, hapishaneyi medrese görmüş. Sürgünse ‘Vatanın her yeri birdir’ demiş. İnancına ve hürriyetine böylesine sadık bir insana ne yapabilirsiniz ki…”

“Bediüzzaman üç devirde de hiç değişmemiş. Eski Said döneminde milletin hastalıklarına reçeteler sunmuş; Yeni Said döneminde bir iman inkılabı var, çünkü milletin imanına taarruz edilmiş; Üçüncü Said döneminde Risalelerin yeni harfle basılmasını söylemiş, idareye tavsiye ve ikazlarda bulunmuş. Hepsinde görevini yapmıştır.”

Batı medeniyeti ve İslam

“Yani, Peygamberimizi öğrenemediğimiz ve O´nu dinlemediğimiz zaman, meydana gelen boşlukları, söz konusu dinsizlik cereyanlarının ahlaksızlıkları doldurdu ve doldurmaya devam edecektir. İnkar-ı uluhiyet” denilen inançsızlık belasının öncelikle semavi dinlerle olan bağı kopardığını ve bu da ahlak ve ailede tahribata yol açtı. Allah´a ve ahirete iman çıkarılınca, zaman içinde burada yetişen inananların dünyasında anarşi oluştu. Yörüngesini kaybetmiş cisim gibi sağa sola çarpıyor.

Kalbimde yaratıcıya iman olmayan bu insanlar bütün otoritelere başkaldırıyor, sosyal hudutları çiğniyor ve bu nedenle şahsi hayatını da büyük ölçüde tehlikeye atıyorlar. İmansız bir hayatta, hayat cehenneme dönüşür. Hele hürriyetlerinin sınırını bilmeyen bir gençliğin verdiği sıkıntıyı, nefsani arzularını tatmin yolunda ailevi sorumluluklarını almış baba ve annesinden doğma çocuklarının perişanlığını, imanın neticesi olan şefkatten ve merhametten mahrum insanlarca itilen kakılan ihtiyarları ve ıztıraplarıyla baş başa bırakılmış hasta ve musibetzedeleri düşündüğümüzde, bu hayattan lezzet alabilir misiniz?”

Asr-ı Saadet modeli

“Üstad doğrudan doğruya Asr-ı Saadeti ölçü almıştır. Bugün karşı karşıya olunan sorunların çözümü için Bediüzzaman’ın eserlerindeki imani ve içtimai düsturların hayata tatbik edilmesi gerekir.

“Üstad Hazretleri çok yönlü bir insandır ve öyle bir asrın adamıdır ki alem-i İslamın esaret altına girdiği bir asrın adamıdır. 20. asır hak ve hürriyetlerin genişlemeye başladığı bir asırdır. Bir taraftan alem-i İslamın hastalıklarını teşhis ederken diğer taraftan da imani mevzularda çalışmalara başlamıştır. Bizim dinimiz ve kitabımız Kuran ve Peygamberimiz en son din, kitap ve Peygamberdir. Her asrın Kuran’a ihtiyacı vardır”

“Üstad daha meşrutiyet hareketleri tam manasıyla gündeme gelmeden cumhuriyetten bahsediyor. Bu meşrutiyetin ne olduğunu, bunu İslam kabul eder mi? Etmez mi? Nedir? Ne değildir? Bunları Üstad Hazretleri halletmiştir. Çünkü, Üstad Hazretlerinin ölçü aldığı yer doğrudan doğruya Asr-ı Saadettir. Asr-ı Saadette halifeler seçimle işbaşına geliyor. Seçim hürriyeti var. O isim ve şekilci değildir. Her şeyin içine bakıyor.”

İslam tarihinin özgürlük ve hürriyet adalet örnekleriyle doludur. Şimdi biz, düşünebiliyor musunuz bir bürokratı bile yargı önüne, adalet huzura çıkaramıyoruz önünde 40 tane engel var. Ama Fatih ile bir gayr-i Müslim eşit şartlarda kadı huzuruna çıkıp yargılanıyorlar. Kadı efendi Fatih’i tazminata mahkum ediyor. Adalet sadece kadı huzurunda değil hayatımızın her safhasında olmalıdır. İnsan hakları konusunda da bizim tarihimiz şeref levhaları ile doludur. Savaşta bile kızlara, kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara dokunmayacaksın diyor. Zorla kimseyi Müslüman yapmayacaksın diyor. Bu nedenle Üstad Hazretlerinin imani, içtimai düsturlarını hayata hakim kılmalıyız. onun eserlerini okuyup anlamaya çalışmalı ve hayata tatbik etmeliyiz.”

“Başörtüsü Allah’ın emridir. Siyasi bir sembol değildir. Her ne kadar birileri malzeme yaptıysa da bu İslamın emri olduğu için kullanılmaktadır. Artık 27 Mayısların, 12 Martların, 12 Eylüllerin ve 28 Şubatların bir daha bu millete yaşatılmamasını istiyoruz.”

28 Şubat bir darbedir

12 Eylül darbe döneminde Risale-i Nur talebeleri arasında ihtilaflar çıktı ve siz darbenin karşısında yer alırken, bazı arkadaşlarınız darbenin yanında yer aldı. Önceki darbe girişimlerinden farklı olan 28 Şubat’ta Risale-i Nur camiasının tutumu nasıl oldu? Bu süreçte de fikri ayrılıklar oldu mu?

Türkiye’nin en temel problemi demokratikleşememesidir. Bunun arka planında ise Cumhuriyetin kuruluşunda yapılan insan hak ve hürriyetlerine mugayir, din ve vicdan hürriyetini kısıtlayıcı uygulamalar yatmaktadır. Cumhuriyetin din karşıtlığı üzerine temellendirilip laikliğin bu çerçevede uygulanması – tekke ve medreselerin kapatılması, ezanın Türkçeleştirilmesi, eski harflerin yasaklaması gibi uygulamalar bu anlayışın ürünüdür- bugün yaşadığımız sıkıntıların temelini atmıştır.

Diğer önemli bir hata ise Türkçülük anlayışı ile, ulus devlet yapılanması ile bin yıldan beri birlikte yaşayan farklı unsurların kimliklerinin reddedilmesidir. “Ne mutlu Türküm diyene” ırkçı bir yaklaşım olarak Osmanlıda kardeşçe birbirini yaşayan milletleri karşı karşıya getirmiştir. Bu anlayışın resmi devlet politikaları haline getirilerek devam ettirilmek istenmesi ülkemizdeki demokratikleşme hamlelerini hep baltalamış ve darbelerin hazırlayıcısı olmuştur.

Demokratlara zulmettiler

İşte 28 Şubat da, diğer darbeler gibi, istibdat temelli, manevi değerleri yok sayan, dinsizliği yerleştirmek isteyen bir anlayışın ürünü olmuştur. Türkiye çok partili sisteme geçti ama demokratikleşemedi. Çok partili döneme geçişte, müstebit anlayış on sene sabredebildi. Merhum Menderes ve arkadaşlarını astılar, Demokratlara zulmettiler. Menderes ve arkadaşlarının başına gelenler, onların din noktasındaki tahribatları tamir çabalarının bir bedelidir. Sonra malumunuz, on yıl sonra bir darbe daha. Bunlar hep Demokratlara karşı, demokrasiyi engellemek, Türkiye’nin her alanda kalkınmasının, normalleşmesinin önüne geçmek için yapılmış darbeler. Böylece 1980’e kadar gelindi.

1980 ihtilali, en münafikane darbedir

1980 öncesi çok kan aktı. 12 Eylül darbesi ile birlikte bu kan durdu. Bu akan kan 11 Eylül’de niye durdurulmadı? Sorgulanması gereken durumlardan biri budur. Darbeyi yapanlar kendileri itiraf ettiler. Darbenin olgunlaşması için bir yıl bekledik diye… Bu yüzden 1980 ihtilali en münafikane darbedir. Darbe sonrasında, Devlet, Türkiye’nin bütün dini gruplarını kontrol altına almak istedi. Devlet imkanlarını emrimize tesis etmek vaadi ile bize de teklifte bulundular. Hepsini reddettim.

Kendimizi kullandırtmadık. Darbeyi dini gruplardan olumlu karşılayanlar oldu, akan kanın durması hasebiyle alkışlayanlar oldu. Bizim Üstadımızdan aldığımız ders ise bu hususta farklı bir yerde durmamızı sağladı. Biz darbelerin her türlüsüne karşıyız. İstibdadın, baskının, din ve vicdan hürriyetini kısıtlayıcı her hareketin, dine ve dini değerlere karşı duran her türlü anlayışın, ideolojik yapılanmaların ve hareketlerin karşısında olduk. 12 Eylül böyleydi. Karşı çıktık, darbe anayasasına hayır dedik. Devletin anlaşma, birlikte hareket etme tekliflerini geri çevirdik. Risale-i Nur hareketini Kemalizmle barıştırma, yan yana getirme gayretlerinin karşısında durduk. Dimdik durduk.

Bediüzzaman’ın dersini alan hiç kimse darbenin yanında olmaz

Bütün ihtilaller Demokratlara yapılmıştır. Atatük ilke ve inkılaplarını koruma ve kollama gibi garip bir dayanakla yapılmıştır. 12 Eylül darbesi de böyleydi. Biz demokrasinin, hak ve hürriyetlerin yanında yerimizi aldık. Onların tekliflerini geri çevirince bize bedel ödetmek istediler. Gazetemiz 470 gün kapatıldı. Onu kapatınca Yeni Nesil’i çıkardık, o kapatılınca Tasvir’i çıkardık. Hep takibata uğradık, adeta bize nefes aldırılmadı.

Bazı arkadaşlarımızın darbenin yanında yer aldığını söylüyorsunuz. Bediüzzaman’ın dersini alan hiç kimse darbenin yanında olmaz. Böyle bir şey yok. Yalnızca farklı değerlendirmeler var. Dini gruplarımızdaki siyaset meselesine bakış açısındaki farklılık bazı ihtilafları da beraberinde getirmiştir. Bazı arkadaşlarımız da bu darbeyi farklı algıladılar, bunlar darbenin yanında yer aldı görüntüsü ortaya çıktı.

Türkiye, biraz rahatlamaya başlayınca 28 Şubat geldi

12 Eylül Türkiye’ye çok şey kaybettirdi. Bu tahribatın tamiri hala mümkün olmadı. Türkiye biraz rahatlamaya başlayınca 28 Şubat geldi. Biz 28 Şubat’ın da karşısında durduk. O dönem de dinin, inançların baskı altına alındığı, İslam’ın temel şeairlerine karşı hücumun başlatıldığı, inanan insanların önünün kesilmek istendiği acı bir dönemdi. 28 Şubat için postmodern darbe denilmesi doğrudur. Yine asker işin içindedir. Ordunun baskısıyla, irticai faaliyetler bahanesiyle bu darbe yapılmıştır. Tamamıyla inanan insanlara, inançlara yönelik yapılmış bir darbedir.

Başörtüsünü savunduk, yasakları eleştirdik

Biz ne yapmalıydık bu durumda? Biz bir gazeteyiz. Hiç eğilmedik, bükülmedik. Cenab-ı Hak da bu tavrımızdan dolayı bizi hep korumuştur. Başörtüsünü savunduk, yasakları eleştirdik. Bu sefer bizi gelip tekrar kapattılar. Biz de Asya’yı çıkardık. Farklı şekillerde bize bedel ödettiler. Marmara Depremi’ne İlahi ikaz dediğim için 2 yıl bir gün ceza aldım. 312’den içeri girdik. “Sözünüzü geri alsanız da kararı yumuşatsak” filan diye teklif de edildi. Taviz vermedik, zelzele ile ilgili kitapçık dağıttık.

Ahmet Mete Işıkara o dönemde açıklamalarda bulundu, bunlar gazetelerde manşetten çıktı. Işıkara, depremin merkez üssünün Güven Erkaya’nın kumandanı olduğu Gölcük Donanma Kumandanlığı olduğunu söyledi. Bunlar bütün Müslümanları fişlediler, binlerce insanın haklarını gasbettiler, inanan insanlara zulmettiler. Biz bu zulümlere karşı İlahi ikaz değerlendirmesi yaptık.

Biz de bu depremi İlahi ikaz olarak yorumladık

Bunu Kuran söylüyor. Üstad Bediüzzaman Hazretleri umumi afetlere bakış açısını Sözler adlı eserinde şöyle ifade ediyor: “Umumi musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle ekser nasın o zalim eşhasın harekatına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i ammeye sebebiyet verir.”

Bediüzzaman Hazretleri’nin bir zelzele sonrasında kendisine sorulan soruyu bu şekilde cevaplaması, bunu her hakikatte olduğu gibi Kuran ayetlerine ve hadislere dayandırması, başımıza gelen musibetlerin bir ders ve ikaz mahiyetinde olduğunu gösterir.

Biz de bu depremi İlahi ikaz olarak yorumladık. 17 Ağustos 1999 depreminin de bu yorum çerçevesinde “İlahi İkaz” olarak değerlendirilmesi, kendimize çeki düzen vermeye yönelik Kurani bir bakıştır. Ancak gerek medyada, gerekse gazetemize doğrudan ulaşan tepkilerle İlahi ikaz yorumumuz bir lince tabi tutuldu, beni mahkum ettirmeye yönelik bir hareket başlatıldı. Dava açıldı. Ben yine de geri adım atmadım.

Vicdanım çok rahattı, hiçbir suçum yoktu

Neyse, o davadan içeri girdik, 276 gün gittim yattım. Vicdanım çok rahattı, hiçbir suçum yoktu. Gittik yattık. Bazı düzenlemelerden sonra dışarı çıktık. AİHM de bizim lehimize karar verdi. Bunlar gösteriş için değildir, inandığımız dava içindir. Dava için bunca baskıya ve zulme katlandık, dik durmaya çalıştık.

Allah için, din-i Mübine hizmet için bunları yaptık. Diğer kardeşlerimizi de hep savunduk. Zira iman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek… Hasılı, her halükarda Nurculuk yaptık.

Bizde cumhuriyet şekil ve isimden ibaret kalmıştır

Üstad Hazretleri devletin kuruluşundan itibaren yapılması gerekenleri söylemiş, korkmadan söylenmesi gerekenleri söylemiş, dik durmuştur. Meclise hitaben “Bu inkılab-ı azimin temel taşları sağlam gerek” diyerek mebusları özüne dönmeye davet etmiş, mücadelesini iman, Kuran hakikatleri uğrunda yürütmüştür.

Dini temelden sarsmak ve ortadan kaldırmak isteyen tahripçi fikirlere ve hareketlere karşı İman ve Kuran hakikatlerini ispat davasını üstlenmiştir. Bunu da ‘müspet hareket’ ilkesinden şaşmadan yapmıştır. Bizde cumhuriyet şekil ve isimden ibaret kalmıştır. İsimlerin değişmesiyle hakikatlerin değişmeyeceğini vurgulayan Bediüzzaman Hazretleri, istibdad-ı mutlakı cumhuriyet adı altında uygulamak isteyenlere karşı durmuş, adalet, fazilet ve hürriyet temellerine dayanan hukuk devletini savunmuştur.

Editörlüğünü Abdurrahman Babacan’ın yaptığı ‘Binyılın Sonu 28 Şubat’ isimli kitaptan iktibas

Irkçılık anlayışı dünyayı kana buladı, böldü ve parçaladı

“Son yüz yılda yaşananlar bütün insanlığı derinden sarstı. Dehşet, sıkıntı ve buhrana soktu. 100 yıl evvel insanlar arası bağı, başkasını yutmakla beslenen ırkçılık ve menfi milliyet anlayışı iki harbi umumi ile yeryüzünü kana buladı. Ne yazık ki bu fitne İslam milletleri arasında da yerleştirildi. Bugün hala üstesinden gelemediğimiz problemlerin bölünme ve parçalanmaların kaynağı haline getirildi”

Said Nursi bu gün yaşadığımız problemlere çözümler teklif ediyor

“Bu noktada bölgenin iç dinamiklerini iyi bilen ve yaşanan problemlerle ilgili bir dizi çözüm teklifleri ve projeler sunan Said Nursi’nin fikirleri kalıcı çözümler için önem kazanmaktadır. Üstadın insanlık, kardeşlik, dayanışma, birlik, barış, müspet hareket ve ilerleme gibi kavramlar çerçevesinde Kurani bir bakış açısıyla ortaya koyduğu millet anlayışının çok iyi bilinmesi gerekir”

Asr-ı saadetteki adalet ve hak uygulaması

”Asr-ı Saadet, adaletin zirveye çıktığı bir dönemin adıdır. Bundandır ki; Hz. Ali (r.a) gibi bir zat, Yahudi ile muhakeme edilmiş, şahidi olmadığı için, Yahudi karşısında dava aleyhinde sonuçlanmıştır. Asr-ı Saadetle ilgili ikinci bir husus da Hz. Peygamber sağlığında yerine bir halife seçebilecekken seçmemiş, sahabenin ileri gelenlerini toplayıp onlara ‘aranızdan ehil ve layık olanı halife seçin’ buyurmuştur. Hürriyet ve meşrutiyetin en geniş ve kamil manada, milli iradeyi ve sosyal devleti yansıtarak uygulandığı dönem Asr-ı Saadettir, bunun için bu asra ‘Saadet Asrı’ denilmiştir”

“İslamiyet ırkçılığı lanetlemiştir. Her ırk birbiriyle kardeştir, toplumu bir arada tutan unsurun da yine İslamiyettir. Elbette demokrasi varsa birçok parti olacak, ama herkes kendisi dışındakilere tahammül edecek. Aslında Türkiye Cumhuriyeti kurulurken biraz ırkçılık esası üzerine kuruldu, etki tepkiyi doğurur. Sen eğer, her şey Türk için, ne mutlu Türküm diyene, dersen öteki de ne mutlu Kürdüm diyecek, bir başkası da ne mutlu Lazım diyene, der. Hem ülkemizde şu an hangi ırktan olursa olsun kişiler her türlü göreve gelebiliyor, başbakan oluyor, milletvekili oluyor. Üstad Bediüzzaman şu üç türlü siyasi zihniyete daima karşı olmuştur: Irkçılık üzerine yapılan siyasete, siyasetin dinsizliğe alet edilmesine ve umumun mukaddes malı olan dinin, siyasete alet edilmesine.”

Daima yapıcı olduk

“Yeni Asya, Kuran’ın bu zamana dersi olarak telif edilen Risale-i Nur Külliyatında ifade edilen ve milletimizin, hatta bütün insanlığın ihtiyaç duyduğu hayat prensiplerini ‘matbuat lisanıyla konuşturmak’ gayesiyle yayın hayatına atıldı. Tiraj kaygılarından uzak bir şekilde, doğruluğuna inandığı fikirlerin müdafaasını yaptı.”

“Yeni Asya her zaman hakkın hatırını yüksek tutma prensibini esas aldı. Hiçbir şahsi, zümrevi ve siyasi menfaate alet olmadı. Daima yapıcı oldu.”

“Yeni Asya, Kuran’ın bu zamana dersi olarak telif edilen Risale-i Nur Külliyatında ifade edilen ve milletimizin, hatta bütün insanlığın ihtiyaç duyduğu hayat prensiplerini “matbuat lisanıyla konuşturmak” gayesiyle yayın hayatına atıldı.

Milletimizin 1000 yıllık tarihini şereflendiren değerleri savundu. Değişen olaylara, değişmeyen ölçülerin ışığında yaklaştı. Daima imanın, hakkın, adaletin, meşruiyetin, millet iradesinin müdafaasını yaptı. Her zaman hakkın hatırını yüksek tutma prensibini esas aldı. Hiçbir şahsi, zümrevi ve siyasi menfaate alet olmadı.

Daima yapıcı oldu. Tahripkar zihniyet ve uygulamaların karşısına çıktı. İnandığı meselelerin üstüne samimiyet ve cesaretle yürüdü. Tiraj kaygılarından uzak bir şekilde, doğruluğuna inandığı fikirlerin müdafaasını yaptı. Gazetecilik mesleğini hakkın hizmetinde kullanma gayesiyle yayın hayatına atıldı ve yine bu anlayışla neşriyatına devam ediyor. Yeni Asya’nın mümtaz vasfı, ilk günden bugüne koruduğu tavizsiz istikrar çizgisi. İnşaallah bundan sonra da Allah’ın lütfu ve aynı ideali paylaştığı okuyucularının desteğiyle aynı yolda devam edecek.”

Devlet kendi milletine zulmedemez

“Biz hak ve hukuk noktasında ferdin hukukunu savunuruz. Bizim için devlet hizmetkardır. Bakın, devlet milletine zulmedemez. Said Nursi Hazretleri istibdatla ilgili bir meselede “Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti de müstebit yapar” diyor. Başbakan asılıyor, insanlar kayıtsız kalıyorlar. İstibdat insanları sessiz köleler haline getiriyor.”

Türkiye’nin yakın tarihindeki darbeleri bizzat yaşamış bir insan olarak birçok bedel ödediniz, sıkıntılarla karşılaştınız. Bağlı bulunduğunuz Risale-i Nur camiası içindeki ayrılmalar, 1999 yılındaki konuşmanızdan ötürü aldığınız iki yıllık hapis cezası, kızınızın vefatı gibi birçok olay. İlkeli durmak ve gerektiğinde bedel ödemek açısından baktığımızda 28 Şubat sonrası süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her duruşun bir bedeli vardır. Biz ağır bedeller ödedik, bunu da Allah rızası için yaptık. Depreme İlahi ikaz dediğimiz için hapis yattık. Mahkemede 2 sene 1 gün ceza verilince, mahkemeye; “Bu cezayı şerefimle, dünya-ahiret boynumda taşırım; siz bunu taşıyabilecek misiniz?” diye sordum. Biz bu bedelleri şerefimizle ödedik. Bunlar bizim için Ahiret vesikasıdır.

Mahkeme-i Kübra’da asıl mahkemeler kurulacaktır. 28 Şubat bin yıl sürecek dendi. Küfür ile dünya durur, zulüm ile durmaz. Zulmün devam etmesi mümkün müdür? 28 Şubatın yaptığı tahribat şimdi tamire çalışılıyor. Her zaman söylüyorum. Bu tür hadiselerin yaşanmaması için Türkiye’nin demokratikleşmesi gerekiyor. Bunun yolunu da Bediüzzaman göstermiştir. Türkiye tabulara dayanan, totaliter, devletçi zihniyetle hazırlanmış darbe anayasasından bir an evvel kurtulmalıdır. Bize yakışan, özgürlükçü demokrasinin ilkelerini benimseyen bir anayasadır.

AKP, 28 Şubatın ürünüdür

AKP iktidarını nasıl değerlendiriyorsunuz? AKP’nin 28 Şubat’tan gerekli dersleri çıkardığı ve Bu nedenle küresel sisteme uygun hareket ettiği yönünde tespitler var. Siz bu tespitleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP 28 Şubat ürünü bir partidir. Halkı canından bezdiren 28 Şubat uygulamaları AKP’nin siyaset arenasında güçlü bir şekilde yer almasını sağlamıştır. AKP, “Bediüzzaman’ın haklılığını 28 Şubat duvarına toslayınca anladık” diyen, demokrasinin nasıl bir nimet olduğunu ancak 28 Şubattan sonra anlayabilen Refah Partisi içinden çıkan yenilikçi grubun kurduğu ve bu günlere getirdiği bir parti. Öncelikle şunu ifade etmek isterim ki; Türkiye’de öteden beri yapılmaya çalışılan “dini siyasallaştırma” çabalarının önündeki en büyük engel Risale-i Nur hareketidir. Bizim din adına çıktığını söyleyen partilere, ya da dini söylemlerde bulunan bir partiye yaklaşımımız “İslami parti olmaz” düşüncemizden dolayıdır. Dinin siyasete alet edilmemesi gerektiği prensibine dayanan ilkesel tavrımız AKP için de geçerlidir. AKP’yi değerlendirme noktasında şunları söyleyebilirim: AKP dönemi de çalkantılı bir dönem oldu. Burada doğru yapılanların yanında olduk, yanlışları eleştirdik.

Böyle bir eklemlenmeyi kabul etmeyiz

Demokrasiye karşı olan bir grubun kurduğu AKP’ nin bugün demokrasiyi savunuyor olması sevindirici bir gelişmedir; ama arzu ettiğimiz manada bir demokratikleşme gerçekleştirilememiştir. Hala 82 anayasası geçerlidir, Kürt sorunu tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Küresel sisteme entegre olmayı biz hak ve hürriyetler noktasında anlarız.

Bu noktada gelişmiş demokrasileri olan ülkelere ulaşmaya çalışmak elbette ki destekleyeceğimiz bir husustur. Ancak AKP dönemi ile ilgili özellikle manevi hassasiyetler noktasında ciddi eleştiriler getirebiliriz. AKP, bu güne kadar siyasallaşma, ticarileşme ve dünyevileşme tuzaklarına düşürülemeyen dini grupların bu noktalara çekilmesinde önemli bir rol oynadı.

Bugüne kadar Nurcular hiçbir zaman parti kurmadılar ve iktidarı ele geçirmeye çalışmadılar. Ama bu dönemde bazı gruplar asli vazifelerini unutarak aşırı politize oldular, siyaset sahnesinde anılmaya başlandılar. Bu dolaylı yollarla da olsa cemaatleri resmi ideolojiyle uzlaştırmak ve ayrıca Türkiye’nin kapitalist sisteme eklemlenmesini kolaylaştırmak için yapılmaktadır. Böyle bir eklemlenmeyi bizim kabul etmemiz mümkün değildir.

Aileler çözülüyor, ahlaki çöküntü had safhaya ulaşıyor

Ayrıca, “Cumhuriyet tarihinde ilk kez cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, milletvekilleri ve bürokratların ağırlıklı bir kesimi dindarlardan oluşuyor” havası veriliyor; ama dini hassasiyetler noktasında alabildiğine bir dejenerasyon, aşınma yaşanıyor. Aileler çözülüyor, ahlaki çöküntü had safhaya ulaşıyor.

Zühd ve takvayı esas alan hayat tarzlarını terk eden, lükse ve gösterişe önem veren, aşırı tüketim ve israfa dayalı bir hayatı seçen sözüm ona dindar gruplar çoğaldı. Adeta bir “İslam sosyetesi” oluştu. Bunlar bizim eleştirdiğimiz noktalardır. 28 Şubat dine ve dindarlara karşı yapıldı. Yapılan tahribatın tamiratının da en çok bu noktada olması gerekir. Ama bunu göremiyoruz. Ölçüsüzlük, ilkesizlik, aşırılık hiçbir zaman hakiki hürriyet değildir. Toplumu manevi değerleriyle tanıştıracak projeler üretilmesi gerekiyordu. Bu yapılabilmiş değil.

Bizim çizgimiz hak ve hukuka dayanan bir çizgidir

Bir yandan ‘devletçi’ olmakla itham ediliyorsunuz. Bir yandan da sistemle barışık olmayan, mesafeli bir duruşunuz var. Sizin şahsınızda ve ‘Yeni Asya’ cemaati konusundaki bu algıyı, karışıklığı nasıl görüyorsunuz?

Bizim duruşumuzda bir karışıklık yok. Bizim çizgimiz de nettir. Üstadımızın çizgisidir. Bu çizgi, hakiki adalete, meşverete, hak ve hukuka dayanan bir çizgidir. Biz insan karşısında devleti önceleyen bir anlayışın, ferdin hukukunu kısıtlayan bir anlayışın yanında olmadık, böyle bir devletçilik anlayışımız da yoktur. Devletimizi severiz, ordumuzu peygamber ocağı olarak görürüz. Müspet hareket ilkesi çerçevesinde devletimizin yanlışlarını dile getirir, onun milletin hizmetine girmesi gerektiğini söyleriz.

İstibdat insanları sessiz köleler haline getiriyor

Bizim için devlet hizmetkardır. Bakın, devlet milletine zulmedemez. Said Nursi Hazretleri istibdatla ilgili bir meselede “Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti de müstebit yapar” diyor. Başbakan asılıyor, insanlar kayıtsız kalıyorlar. İstibdat insanları sessiz köleler haline getiriyor. Bediüzzaman Hazretleri istibdat uygulamaları, ferdin hukukunu nazara almayan devletçi yaklaşımlar karşısında hep mertçesine, erkekçesine durmuştur. En zalim hükümdarlara, istibdat rejiminin maşalarına zerre kadar taviz vermemiştir. Ona göre padişah da olsa zulmeden hayduttur. Bediüzzaman hukuku padişahın, her şeyin üstünde tutmuştur.

Biz hak ve hukuk noktasında ferdin hukukunu savunuruz

Bizim duruşumuz devletçilik değildir. Biz hak ve hukuk noktasında ferdin hukukunu savunuruz, hürriyeti savunuruz. Hürriyet olsa nemelazımcılık olmaz. İnsanlar kendi hürriyetlerine, başkalarının hürriyetlerine, toplumun hürriyetine sahip çıksa cemiyet hayatı daha düzenli, daha rahat olur. Çevreyi kirletene herkes tepki gösterse, sıranın önlerine geçmek isteyene herkes müdahale etse, bir müddet sonra bu tarz olaylar da ortadan kalkar. Bunlar aslında bizim, İslam’ın değerleridir, ancak Batılılar bunları bizden çok daha iyi bir şekilde tatbik ediyorlar. Biz İslam’a olduğu gibi onun ahlakına da lakayt kalmanın cezasını çekiyoruz.

Nur hareketini siyaset batağına sokmadık

“Cemaatimizin siyasi görüşünün bu derece tartışmaya açılmasının temel nedeni; Risale-i Nur hareketinin siyasal İslam karşısındaki net tavrıdır. Nur hareketinin siyaset bataklığına sokulmamasıdır”

Düşüncelerinizle kendilerini ‘İslamcı’ olarak gören Müslümanlardan ayrılıyorsunuz. Özellikle demokrasi kavramına özel bir önem atfediyorsunuz. Siyaset ve devlet konusundaki düşüncelerinizi açabilir misiniz?

Öncelikle şunu ifade edeyim. Bizim bu husustaki fikirlerimizin kaynağı Risale-i Nurlar’dır. Üstadımızın söyledikleridir. Din ve siyaset toplumun önemli iki kurumudur. Bunlar asla çatışma içinde olmamalıdır; ama bizde din-siyaset-devlet üçgenindeki tartışmalar ve gerilimler hep yaşanmıştır. Bizde yaşanan tartışmalar Meşrutiyet dönemine kadar uzanır.

Siyasal kültürümüz içinde, meşrutiyetle başlayan, cumhuriyet ve demokrasi kavramlarıyla devam eden tartışmaların 150 yıllık bir geçmişi vardır. Bu kadar zaman geçmesine rağmen, demokrasimizin istenilen seviyeye ulaştığını da söylemek mümkün değil. Tabi bunun çeşitli sebepleri var. Evvela, bu kavramlarla din arasındaki ilişki tartışmanın özünü oluşturuyor. Bu çerçevede ortaya çıkan üç görüşten bahsetmek mümkündür.

Bediüzzaman, hürriyetlerden yana tavır koyar

Bunlardan birincisi; bu kavramların İslam’da olmadığını, bunların İslam’a uymadığını, bunların Batı’dan gelen küfür kaynaklı olduğunu söyler ve meşrutiyeti de demokrasiyi de reddeder. İkinci görüş bunun tam tersidir. Onlar da dini ilerlemeye engel gördükleri için demokrasi gibi kavramları İslam’a layık görmezler. İslam onlar için ilerlemeye engeldir.

Onlar İslam’ı hürriyet ve cumhuriyete layık görmez. Üçüncü görüş ise; meşrutiyet, hürriyet ve cumhuriyet gibi kavramların İslami olduğunu savunur. İşte Bediüzzaman bu üçüncü grupta yer alır. Bediüzzaman Hazretleri meşrutiyet tartışmalarında hürriyetlerden yana tavır koyar, meşrutiyeti savunur, meşrutiyete din adına sahip çıkar. Doğu’da Kürt aşiretlerine Meşrutiyeti anlatır. Meşrutiyet’in İslam’a uygunluğunu Kurani delillerle açıklar, Asr-ı Saadet uygulamalarından örnekler verir. Bediüzzaman’ın cumhuriyete bakışı da bu bağlamdadır.

Kuvvet kanunda olmalı

Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harbi-Örfi adlı eserinde cumhuriyeti şöyle tarif etmektedir: “Cumhuriyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkamda Avrupa’ya dilencilik etmek din-i İslam’a büyük bir cinayettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı yoksa istibdat tevzi olunmuş olur.”

Said Nursi burada cumhuriyeti adalet, meşveret (parlamento) ve kanun hakimiyetine dayandırır. Bunların dayandığı temel ise İslam’dır. Zira insanlık bunların en mükemmel uygulamasını Asr-ı Saadetle görmüştür. Bu nedenle, cumhuriyeti oluşturacak bu unsurları başka yerlerde aramak, örneklerini başka yerlerden göstermeye çalışmak, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Avrupa’ya dilencilik etmek” İslam’a karşı işlenmiş büyük bir cinayet hükmündedir.

Üstad: Dindar bir cumhuriyetçiyim!

Bediüzzaman cumhuriyetçidir. Bunu kendi hayatında da görüyoruz. Eskişehir Mahkemesi sırasında “cumhuriyet hakkındaki fikrin nedir?” diye soranlara verdiği cevap da onun cumhuriyetçiliğini ortaya koyar.

Orada sorulan soruya şu cevabı verir: “Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden, ben, dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder.

Hülasası şudur ki: O zaman şimdiki gibi hali bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular. Ben de dedim. Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum.”

Sonra dediler. “Sen selef-i salihine muhalefet ediyorsun.” Cevaben diyordum. “Hulefa-i Raşidin hem halife, hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-i Ekber (ra) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kiram’a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”

Demokratikleşmeyi savunduk

Yani Bediüzzaman’a göre cumhuriyet her şeyden önce isim ve resimden ibaret kalmamalı, “hakikat-ı adaleti” ve “hürriyet-i şeriyeyi” taşımalıdır. Özetle, Bediüzzaman’ın adalet, parlamento, kanun hakimiyeti, din ve vicdan hürriyeti, fikir ve ilim hürriyetine dayandırdığı cumhuriyet, demokrat bir cumhuriyetten başkası değildir. Bugün biz bunu arıyoruz. Bu sebeple biz demokrasiye hep önem verdik, demokratikleşmeyi savunduk. Türkiye’nin tam demokratikleşmeden maddi ve manevi kalkınmasını sağlayamayacağını söylüyoruz. Hürriyetlerin baskı altında olduğu bir ortamda hiçbir gelişme sağlanamaz. Bunun için insan haklarını, din ve vicdan hürriyetini, fikir hürriyetini, ilim hürriyetini, kanun hakimiyetini, millet hakimiyetini, adaleti vs. tesis edecek sağlam bir zemini oluşturmak gerekiyor. Bunun yolu da tam bir demokrasiden, az evvel söylediğimiz unsurları içinde barındıran, hiçbir ideolojiye dayanmayan, herkese eşit mesafede duran sivil bir anayasadan geçiyor.

Hürriyetçi bir yaklaşım sergilemeli

Burada devletin rolü nedir? Devlet burada hizmetkardır. Demokrasi millet hakimiyetidir. Devlet hak ve hürriyetleri kısıtlayıcı değil, onları tesis edici bir rol üstlenmelidir. Bütün inançlara eşit mesafede durmalıdır. Laikliği dinsizlik olarak algılamaktan ve uygulamaktan vazgeçmeli, inanana da inanmayana da inancının gereğini yerine getirebilme imkanını sağlamalıdır. İdeolojilere ve tabulara yaslanmaktan vazgeçmeli, hürriyetçi bir yaklaşım sergilemelidir.

Biz siyasette hiçbir zaman yer almadık

Siz siyasette yer almayı ‘Türkiye’nin demokratikleşmesi’ sürecine bir katkı olarak görüyorsunuz. Daha çok seçim dönemlerinde gündeme gelen tercihleriniz açısından sormak istiyoruz. Süleyman Demirel’in, DYP’nin ve DP’nin desteklenmesi size yakın insanlar tarafından uzun yıllardır devam eden tutarlı ve kararlı bir siyasi tutum olarak yorumlanıyor. Hatta bu şekilde davranmayanlar tutarsızlıkla ve sürekli değişmekle itham ediliyor. Bu tutumu nasıl yorumluyorsunuz?

Biz siyasette hiçbir zaman yer almadık. Biz bir cemaatiz, öncelikli vazifemiz de siyaset değildir. İman, Kuran hizmeti bizim en önemli ve asıl vazifemizdir. Biz seçim zamanları gider oyumuzu kullanırız. Bunu da bugüne kadar hep Demokratlar lehinde kullandık.

Anlaşılmalıdır ki, Risale-i Nur hareketi, asla dini siyasete alet eden bir anlayışın ya da bu anlayışı parti yoluyla devam ettirenlerin yanında olmamıştır. Cemaatimiz bu konuda konjonktürel de davranmamış, ilkesel hareket etmiştir. Bizim desteğimiz, insan merkezli, insanı önceleyen, demokrasiyi bir adalet ve fazilet rejimi olarak gören siyaset anlayışına olmuştur. Bu anlayışı da Türkiye’de Demokratlar sürdürmüştür.

‘Risale-i Nur hareketinin siyasal İslam karşısındaki tavrı nettir

Demirel desteği de böyledir. Bu destek Demirel’in şahsına da değil demokrat çizgisi içindir. Demirel çizgisi hak ve hürriyetler noktasındaki taleplere çoğunlukla cevap verebilmiştir.

Asıl sevindirici noktalardan biri şudur: Yukarıda da bahsettim. Dün Demokrasiyi küfür rejimi olarak görenlerin bugün geldikleri nokta bizim çizgimizdir. Bunu Risale-i Nur hareketinin başarısı olarak görüyorum. Bu iyi bir gelişmedir. Şunu da ifade etmek isterim ki, cemaatimizin siyasi görüşünün bu derece tartışmaya açılmasının temel sebebi; Risale-i Nur hareketinin siyasal İslam karşısındaki net tavrıdır. Nur hareketinin siyaset bataklığına sokulmamasıdır. Geçmişte bu “Nasıl olur da İslami bir cemaat bir İslam partisine oy vermez?” şeklindeydi. Bugün de “Hala nasıl olur da bize oy vermezsiniz?” şeklinde kendini gösteriyor. Bizim bu noktadaki ölçülerimiz bellidir.

Risale-i Nurun mesleği cadde-i kübra-yı Kuranidir

“Bediüzzaman Said Nursi’nin çok yönlü bir insandır. Üstad her meselede fikrini beyan etmiş. Bu fikirler de zamanımızın şartları cihetinden herkes tarafından kabul görüyor. Mesleğini “cadde-i kübra-yı Kurani” olarak ifade ediyor. Yani Kuran ne yazıyor, Resulullah (asm) ne söylemiş, uygulamalar nasıl olmuş… İşte Üstad bu çizgiden ayrılmıyor”

Üstad, her meseleye çözüm getirmiş

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin “Ölümüm, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek” sözündeki hizmetin temel noktaları nelerdir?

Üstad Hazretleri çok sıkıntılı bir hayat yaşamış. Hayatının 27 yılı sürgün ve hapishanelerde geçmiş. Kemalist rejim tarafından tamamen dışlanıp, tecrit edilmiş. Üstad, o dönemlerde, çok sıkıntılı şartlar altında, gizli gizli Risale-i Nurları yazmış. Üç tane büyük mahkeme geçirmiş: Eskişehir, Denizli ve Afyon mahkemeleri. Talebelerinden kimi nerede bulmuşlarsa cezaevine koymuşlar.

O zamanki Risale-i Nurun yayılmasıyla şimdiki aynı değil. Üstadı şimdi dünya okuyor. Eserleri değişik dillere çevrilmiş, çevriliyor. Külliyatı serbesti kazanmış. Tamamı, kendisi hayattayken, Latin harfleriyle neşredilmiş. Görüldüğü üzere, eskiden Üstadın ve Risale-i Nurun adını ağzına almaktan çekinen çokları; bürokratlar, bazı siyasiler, bazı ilim adamları… Şimdi onu medhü sena edebiliyorlar; dava adamı, müceddid, müçtehid olduğunu kabul ediyorlar.

Baskının olduğu dönemlerde sırren tenevveret devam eden hizmet, artık aleni olarak yapılıyor. Risale-i Nur Külliyatı serbestçe basılıyor, dağıtılıyor. Değişik dillere çevriliyor. Eserler,—gayrimüslim olsun Müslüman olsun—insanların ellerine ulaştığında “O gerçekten büyük bir zatmış” diyorlar. Hürmet, saygı ve takdirlerini ifade ediyorlar.

Yani “Ölümüm, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek” dedikten sonra kısmi bir demokratikleşme söz konusu olmuş. İktidar 10 sene dayanabilmiş. 1960’da büyük bir ihtilal olmuş. Menderes’i ve üç bakanını idam etmişler, insanları Yassıada’da çürütmüşler.

Meşrutiyeti şeriat namına alkışladı

Üstad çok yönlü bir insan. Her meselede fikrini beyan etmiş. Bu fikirler de zamanımızın şartları cihetinden herkes tarafından kabul görüyor. Demokratik açılım ile broşürler neşrettik, konferanslar, paneller, düzenledik vs. Demokratik açılım meselesini; Üstad Hazretleri demokrat ve bunu fikren kabul ediyor. “Meşrutiyet-i meşrua” diyor ona. 2. Meşrutiyet ilan edildiği zaman, ona İslam namına sahip çıkıyor ve alkışlıyor.

Kim böyle değildir, derse bunun böyle olduğunu “Dört hak mezhebe göre ispata hazırım” diyor. Çünkü Üstad Hazretlerinin tek kaynağı Asr-ı Saadet. Saadet devrinde Resulullah (asm) bilemez miydi ki, vefat etmeden yerine halife tayin etsin. Bilirdi, ama etmedi. Niye, “İçinizden layık ve ehil olanı seçin” dedi.

İslamın getirdiği en geniş şekilde bir hürriyet var. Ne demek o? Cenab-ı Hak peygamberler gönderiyor. Özellikle son peygamber Hz. Muhammed’e (asm) tebliğ yaptırıyor. Çünkü insanlar imtihan için gelmişler bu dünyaya. O zaman kabul edip etmemek ferdin ihtiyarına bırakılmış ki, mükafat ve mücazat olsun. Peygamber Efendimiz (asm) bazen yakınlarının imanla müşerref olmasını istiyor, olmuyor. Sonra ayet-i kerime nazil oluyor: “Sen dilediklerine ve sevdiklerine hidayet edemezsin. Hidayet ancak Allah’tandır.” Peygamberimize düşen, ayette de belirtildiği üzere, tebliğdir. Hürriyetin en genişini İslam insanlığa getirmiş. Adaleti toplumda en güzel şekilde tesis etmiş.

Halifelerimizden Hz. Ali (ra) bir Yahudi ile mahkemeye çıkmış. İddiasını ispat edemediği için aleyhine neticelenmiş. Kürtlerin medar-ı iftiharı Selahaddin Eyyubi de bir Hristiyan ile mahkeme önüne çıkmış. Bakıyorsunuz Fatih Sultan Muhammed Han da bir Hıristiyan mimarla mahkeme önüne çıkıyor. Kadı, aleyhine karar veriyor. Ama Fatih bu karara üzülmüyor, aksine seviniyor. Hatta ikisi arasında tarihe adalet numunesi olarak geçen konuşmalar oluyor. Şimdi bu olaylarda ne var; hürriyet var. Sonra adalet ve seçim var. Peygamber Efendimiz (asm) halifelere de şunu hatırlatıyor: “Seyyidü’l-kavmi hadimuhum” (Kavmimin efendisi ona hizmetkar olandır.) Yani halife veya padişah olana ‘ali kıran baş kesen olma’ deniliyor.

Bizim Kitabımız evrensel bir kitap. Bu yüzden herkes okuyabilir, istifade eder. Demokrasinin bizdeki adı Meşrutiyet-i Meşrua. Yani milli irade ile seçilmiş bir idareci. Demek ki Üstad, “Ben Meşrutiyeti şeriat namına alkışladım” derken; zaten demokratik ülkelerin hepsi yukarıda değindiğimiz esaslara dayanır.

Oralarda hürriyet vardır, insan insanlığını tadar. Orada adalet olması lazımdır, seçim hür iradeyle yapılmalıdır, orada devlet sosyal anlamda hizmetkar olmalıdır. Bunların dinen bir tersliği yok. O yüzden Üstad, mesleğini “cadde-yi kübra-yı Kurani” olarak ifade ediyor. Yani Kuran ne yazıyor, Resulullah (asm) ne söylemiş, uygulamalar nasıl olmuş… İşte Üstad bu çizgiden ayrılmıyor.

Üstadın demokrasiye bakışı nasıldı?

Dinimiz krallığı ve padişahlığı getirmemiş. Ancak o zamanki dünya şartlarında krallık ve padişahlık varmış. Resulullah’ın (asm) bir ifadesi var değil mi? “…30 sene sonra ısırıcı bir saltanat gelecek.” Bu da Emevilerin hilafeti ele geçirmesiyle oluyor, seçimle değil. Hz. Muaviye Şam valisiyken halifeliğini ilan ediyor. Ordular çarpışıyor. Hakemlik meselesi var.

Ardından da saltanat var. 80 küsur sene sonra da halifelik Abbasilerin eline geçiyor. Üstad Osmanlıları kötüleyip dışlamıyor. “1000 sene İslamiyete hizmet etmiş, bayraktarlık yapmış” diyor. Sultan Abdulhamid, 1. ve 2. Meşrutiyeti ilan ediyor. 1. Meşrutiyet’te devlet zaafa uğramıştı. Onu çeşitli sebeplerden ötürü lağvediyor. Üstad 2. Meşrutiyet’te ısrar ediyor, “Sen bunu kabul et. Bu millet sana kefildir” diye. Daha sonra Dünya Savaşı kopunca uygulamaya tam olarak geçemiyor. Üstad, Cumhuriyeti de destekliyor. Ankara’ya çağrılıyor, oraya gidiyor.

Yurdun dört bir tarafı işgal altında. Milli mücadele devam etmekte. Üstad, yapılan Kurtuluş Mücadelesini destekliyor. Destekliyor, ama onun beklediği netice çıkmıyor. Meclis açılıyor, ama bir süre sonra tek parti dönemi başlıyor. 27 sene sürüyor. Bir baskı rejimi kuruluyor. Demokratikleşme zaten yok. Üstad, bu baskıcı rejimi bakın ne güzel özetliyor: “İstibdad-ı mutlaka cumhuriyet ismini vermişsiniz, cebr-i keyf-i küfriye kanun ismini takmışsınız, irtidad-ı mutlakı rejim altına almışsınız, sefahat-i mutlakaya da medeniyet ismini vermişsiniz. Ben böyle cumhuriyetçi değilim” Bundan daha güzel bir tarif olur mu?

O, hep müspet hareket etti

Açılım meselesine gelecek olursak; Türkiye daha demokratikleşemedi ki… 27 sene tek parti dönemi var. Sonra ülkenin önü biraz açılmış, seçim olmuş, iktidar değişmiş. Üç seçim dayanabilmiş. Ardından 60’da ihtilal olmuş. 10 sene sonra 1971’de yine ihtilal, 80’de yine bir ihtilal ve sonra da 28 Şubat 1997. Bugün hala milli irade hakimiyeti yok, askerin hakimiyeti var.

Bütün bu şartları görünce ve o zamanı düşününce, Üstad’ın hakim güce boyun eğmediğini görüyoruz. Üstad o sıkıntılı zamanlarda hizmet etmiş ve bir genç nesil yetiştirmiş. Topluma mal olmuş. Açıktan arkasından gelemeyenler, ortam rahatladıkça ona sahip çıkmış.

Onun için Üstad “Ölümüm, hayatımdan ziyade dine hizmet edecektir” diyor. Şimdi herkes onu saygıyla anıyor. Onun hakkında aydınlarla röportajlar yapılıyor. Hepsi diyor ki: “Bir dava adamıdır, hakim güce boyun eğmemiştir, bir ilim adamıdır, müçtehiddir, resmi ideolojiye yaranmaya çalışmamıştır.” Bu da gösteriyor ki, Üstadın dediği aynen tezahür etmiş. Çünkü Risale-i Nurlar artık serbest, pek çok dile çevrilmiş ve çevrilmeye devam ediyor. Bir çok aydın, bir Nur Talebesi gibi anlayamasa da okuduğunda ona saygı duyuyor. Üstad her meseleye çözüm getirmiş. Ondan daha iyisi yok ki…

Peki sıkıntımız nedir?

Sıkıntımız şu; birincisi istibdat ve baskı üzerine kurulan bir rejim ve ikincisi ırkçılık. Bizim Kürt diye bir meselemiz yok. Neden? Çünkü 1000 seneden beri beraberiz. Zira Osmanlı çok dinli, çok ırklı ve çok mezhepliydi. Dinimiz evrensel bir dindir. Bir ırkın dini değil ki…

İşte Üstad Hazretleri bu yüzden Meşrutiyete, hürriyete, cumhuriyete sahip çıkmış, ırkçılığın karşısında yer almış. Ortada Şeyh Said hadisesi var, ama orada soruyor: “Kimi kime çarpıştıracaksın?” diyor. Üstadın tarzı müspet hareket. Sopa silah yok, ilim kalem kitap var. Şeyh Said olayı olmuş ve binlerce insan zarar görmüş ve netice akim kalmış.

Hakim güce göre, Türkiye’de iki tane büyük tehlike vardır: 1- İrtica, yani (onlara göre) din ve dindarlar. 2- Bölücülük. Türklerden sonra en büyük nüfus Kürtlerdir ve bunun tehlike olarak görülmesi hala devam etmektedir.

Türkçülük yanlış olduğu gibi, Kürtçülük de yanlış. Bunlar birbirini tahrik ediyor. Demokrasiye niye karşı bunlar? CHP “Türkiye demokratikleşirse Atatürk ilke ve inkılapları elden gider” diyor. MHP “Vatan bölünür” diyor. Bazı dindar kesim de “Şeriat varken ne gerek var?” diyor. Türkiye’ye baktığınızda karşınıza bu tablo çıkıyor.

Bu sebeptendir ki demokrasiden büyük bir kesim hoşlanmamış. Ama hepsinin gerekçesi ayrı. Bu nedenle Üstad bunların yanlış olduğunu, bizi birleştiren ögenin din olduğunu, mümin ise zaten kardeşimiz, mü’min değilse vatandaşımız, gayrimüslimse ‘ehl-i kitaptır ve tebamızdır’ der. Neticede Üstad çıkış yollarını göstermiş. Aklı başında olanlar bakıyorlar ki bu tavsiyeler, fikirler ve düşünceler gerçekten doğru. Ben öyle anlıyorum.

Paneller, seminerler, konferanslar ve faaliyetler yapılıyor. Bunlar tabii ki ehemmiyetli. Sizce bundan sonraki adımlar ne olmalı. Aydınların ya da hükumetlerin önem vermesi gereken konu ne olmalı?

En mühim mesele geçmişte yapılan yanlışların—bilerek ya da bilmeyerek olsun—mutlaka düzeltilmesi lazım. O ne demek? Yani bu kanunların ve anayasanın oturulup evrensel değerler ölçüsünde bir mutabakatla—başka türlü olmuyor—değiştirilmesi lazım. Artık bizim de dünya devletleri gibi, yapılacak yeni anayasayla herkes hür olmalı, adliye adil olmalı, laikliğin dinsizlik manasındaki yanlış tatbiki bırakılmalı. Değişmez maddelerden biri olarak karşımıza çıkan laikliğin uygulaması neden değişmesin ki? Burada büyük ekseriyetle mutabakat gerçekleştirilirse anayasa değiştirilip, asker kışlaya çekilir, adalet adil olduğunu bilir, sosyal adalet sağlanır, partisini kuran milletin önüne çıkar ve millet kimi seçerse o idaresini yapar. İster tek parti, ister koalisyon, fark etmez.

Korkular artık atılmalı

Netice şu ki, mutabakat lazım. Ortada düşmanlıklar var. Kimisinde dine düşmanlık var, kimisinde kendi ırkından başkasına düşmanlık var, kimisinde sefahat ve dalaletin içine düşmüş olanlarda ‘Şeriat getirirlerse bize hakk-ı hayat tanımaz’ diyenler var. Bu korkular artık atılmalı. Hepimiz bu vatanın evlatlarıyız. Çanakkale’sinden İstiklal Harbine kadar hepimiz bu vatan için canımızı verdik. Öyleyse biz çok dinli, çok mezhepli ve çok ırklı bir yapıya sahibiz.

Çünkü Allah’ın indinde makbul olan ırk değil. Nedir? Takvadır. Kim Allah’tan fazla korkuyor, emrettiklerini yapıyor, yasaklarından kaçınıyorsa Allah’ın en sevgili kulu odur. Irkçılık olunca burası Türklerindir diyor. Niye Türklerin olsun? Zira biz de Kürt, Türk, Çerkez, Abaza, Laz, Boşnak vs. var. Kürt olmak, ayrı Kürtçülük ayrı. Kürtçülük ırkçılıktır. Onun gibi, Türk olmak ayrı, Türkçülük ayrı. Bunlar ayrı şeyler, ama maalesef Türkiye’ye bu gibi ayrımlar bilerek sokulmuş ve sıkıntı vermiştir. Neticede hepimiz mümin kardeşiz.

Hükumet belki korkusundan, açılımda bazı şeyleri kaldıralım diyemedi. Diğer partilerden teklifler bekledi. Onlar teklif yapsın biz de sahip çıkalım, dediler. Ama onlarda öyle bir teklifte bulunmadı. Öte yandan Genelkurmay Başkanı da kırmızı çizgilerini çizdi.

Çıkış yolu; milli bir mutabakatla—yüzde yüz olmasa da yüzde 70-80 mutabakatla—bu Anayasayı sil baştan, evrensel değerlere göre değiştirmektir, kanunları ona göre düzenlemektir. Milli iradeyi hakim kılmaktır. Ordu kışlasına çekilip, Meclisin ve milletin emrinde olması lazımdır. Hakimlerin tarafgir değil, adil olması gerekmektedir. Yoksa sıkıntılar devam eder.

“Dahili meselelerimizi de siz meydana getirdiniz. Hep sizin parmağınız var. Siz rahat bırakırsanız biz meselelerimizi hallederiz. Dini gruplar hakkında bana sual sormayın. Onların aleyhinde beni konuşturamazsınız.”

Milli mutabakat böyle sağlanır

“Ne kadar dinlerler sizi?”

“Siz bizi bölüp, parçalamaktan vazgeçerseniz bizim sözümüzü çok dinlerler. Zaafiyete uğratırsanız az dinlerler, hiç dinlemezler. O da size bağlı. Siz içimizden elinizi çekmiyorsunuz ki…  Bizim MHP ile, ırkçılık meselesi ile alış verişimiz yok. Sen Türkçüyüm dersen öbürünün Kürtçülük damarı kabarır.

Öbür tarafa da diyoruz ki, ‘Türkiye’de İslam ve din namına siyaset yapılmaz.’ Said Nursi böyle diyor. Bu bakımdan gelin Avrupa, Amerika tipi laikliği, din ve vicdan hürriyetinin teminatı olan bir laikliği, hürriyetçi parlamenter sistemi, vatanın bölünmez bütünlüğünü ortaya koyalım ve gerçek manasıyla fikir hürriyeti ile her türlü düşünce ve inanç sahiplerine de hak tanıyalım. Herkes birbirine hürmet etsin ve saygı göstersin. Birbirinin vücudunu kabul etsin.

“Artık hiçbir grup, başka bir grubu imha edemez. Türkiye bugün öyle bir duruma gelmiş. Devlet de, artık gelsin geçmişinde yaptığı hatalardan dolayı milletinden özür dilesin. Milli mutabakat böyle sağlanır. Yoksa siz hala Atatürk meselesinde ısrar ederseniz, ben size samimi olarak söylüyorum, bu memlekete büyük zarar verirsiniz.

“Biz size bunu tavsiye ediyoruz. Nurculuk da budur. Korkmayın, ürkmeyin bizden. Çünkü biz bu devletin ve milletin de teminatıyız. Muvazene unsuruyuz. Bunu altmış, yetmiş senedir yapıyoruz. Siz de artık bu meseleleri ona göre aktarın.

“Şunu da üzülerek söylüyorum: Bu memlekette en büyük hıyaneti, bana sorarsanız Milli İstihbaratın yaptığı inancını taşıyorum. Çünkü gerçekleri amirlerinize, üst tarafa bildirmiyorsunuz. İstihbarat noktasında, ister askeriyenin olsun, ister sairlerinin ‘Gizli’ damgalı, ‘Aşırı Cereyanlar’ adlı raporlarınızı okuduğum, tetkik ettiğim zaman iğreniyorum, nefret ediyorum, tiksiniyorum.

Öyle bir Nurculuk anlatıyorsunuz ki, hiç alakası yok. Niye gerçeği yazmıyorsunuz? Said Nursi Kürtçüymüş, cahilmiş, yobazmış, cumhuriyet düşmanıymış… Ne alakası var bunun Said Nursi ile? Doğruları söyleyin, yukarısı kararını ona göre versin. Bu kasten mi yapılıyor, yoksa amirlerinize yaranmak için mi yapılıyor, onu da bilmiyoruz; ama bunu da söylemekte fayda mülahaza ediyorum: Yani fitneyi, bölüp, parçalamayı iyi biliyorsunuz.”

Bu meseleyi de onlara söyledim. Tabii onlar bizim kendi gruplarımız noktasında bir takım sualler sordular. Fethullah Hoca meselesini, Kırkıncı Hoca meselelerini sordular. Ben onlara şunları söyledim:

Bizi rahat bırakın meselelerimizi çözeriz

“Bunlar bizim dahili meselelerimiz; ama bunları da siz meydana getirdiniz. Hep sizin parmağınız var. Siz rahat bırakırsanız biz meselelerimizi hallederiz.”

Şunu açık söyledim:

“Dini gruplar hakkında bana sual sormayın. Çünkü size cevap vermem. Onların aleyhinde beni konuşturamazsınız. Yalnız birtakım kendi tartışmalarımız olabilir. Size bu hususlarda hiçbir cevap vermeyeceğim. Bunu kesin ve net söylüyorum.”

Böyle ana, temel hatları ile her şeyi anlattım. Hürriyet, meşrutiyet meselesini, İslamı nasıl anladığımızı, takiyeci olmadığımızı, Asr-ı Saadeti, gerçek milli irade hakimiyetini, laikliğe bakışımızı, laikliğin olacaksa Amerika ve Avrupa tipi laiklik tarzında olması gerektiğini; İran, Suudi Arabistan, Libya, Suriye, Irak gibi ülkelerin İslam için, devlet yönetimi için örnek olamayacağını anlattım.

Ben pervasızca, her şeyi olduğu gibi söylediğimden ki, inandıklarımı söylemiştim, benim hakkımda onların bilgileri o yönde olduğu için, bana çok fazla değişik manada sıkıştırma, baskı yapma, sual sorma ihtiyacını duymadılar. Çünkü ben rahat konuştum.

Altını, üstünü, devletini, entrikalarını, ben bunları zaten söylüyorum. Onların da bunları bilmemesi mümkün değil. Kendi üzerlerinde büyük ölçüde müspet kanaat meydana geldiği düşüncesindeyim.

Bunu da iki hususla teyit etmek istiyorum:

Orada sorgulamada bulunan DGM Başsavcısı, mevlide ait kamera çekimlerini istemiş, onlar da “Bu işi siz pislettiniz, bu hale getirdiniz; ne haliniz varsa görün” diye ellerindekileri onlara vermemişler. Sivil polisler, sonra kendileri söylemişti. Çünkü MİT mevlidi kameraya almıştı. Ama DGM tutuklamaları yaygınlaştırmak ve bunu (o gün için dini grupları anayasal düzene karşı gelmekle suçladıkları) 163/1’e sokmak istiyordu. Bunun için de delillere ihtiyacı vardı. İşi sadece bizimle sınırlı bırakmak istemiyordu.

İkincisi terörle mücadelenin irtica bölümü bize soğuk ve uzaktı. Bize bakışları iyi değildi.

O sorgulamadan sonra şunu gördüm: Hepsi daha yakın ve sıcak yaklaştılar ve yardımcı oldular.

Başka bir arkadaş, “Mehmet Ağabey, biz bu dosyayı tamamladık, ama onlar geri gönderecek. Çünkü bu adamlar sizi, bu sıkıntının içinde bırakmak için yine bu dosyayı bize geri gönderecekler. ‘Tamamlanmamış!’ diye. Size burada on beş günü tamamlattıracak bunlar” dedi. Sonradan zaten aynısı oldu.

Bir başka “nezaret” anısı

Mevlid olayında, nezaretteki ilk günlerimizdi. Biraz rahat hareket edebilme imkanlarını, kavgalı gürültülü de olsa sağlamıştık. Yanımıza biri geldi. Sakallı, şalvarlı… Tipik fanatik biri. “İran yanlısı” bir radikal Müslüman hali içinde bir görüntü sergiliyordu. Daha çok tarikat mensubu biri gibi giyimi vardı. Gömleğinden pantolonuna kadar…

“Selamünaleyküm” dedi.

“Ve aleykümselam” diye selamını aldık.

“Arkadaşlar, siz benden şüphelenebilirsiniz. Çünkü burası nezaret. ‘Bu adam kim?’ dersiniz. O bakımdan kendimi bir tanıtayım: Ben burada terörle mücadelenin irtica grubunda çalışıyorum. Vazifem, Refah’ın içinde İrancı kanadı temsil etmek. O noktalarda bunların içindeyim. Ben vazifeliyim, polisim. Fakat benim anam mübarek bir kadıncağızdır. Size de çok fazla muhabbeti, sevgisi var. Bana sabahleyin, ‘Oğlum, bak orada Nur Talebeleri var. Sıkıntıları olabilir. Git, onlarla konuş, yardım et. Bunu yapmazsan sana hakkımı helal etmem’ dedi. Sizinle alakam yok. Tabii bizim bulunduğumuz dairedeki nezarette olduğunuz için, anam da böyle söyleyince ‘Bir ihtiyacınız var mı?’ diye sormaya geldim” dedi.

Biz, “Sağ ol, hiçbir ihtiyacımız yok. Her şeyimiz var. Anana da selam ve hürmetlerimizi söyle. Teşekkür ederiz” dedik.

Tabi adamın her şeyi, bütün konuşması, mimikleri, jestleri, hareketleri her şeyi tam bir İranlı gibiydi. Rolünü hakkıyla yerine getiriyordu. “Ajan” olduğunu anlamak mümkün değildi. Onların içinde tam anlamıyla onlar gibi davranmak zorunda olduğundan, o rolü layık şekilde benimsemişti.

İstihbaratın o sorgulamasından sonra üzerimize fazla gelmediler.

Yeni Asya olarak 28 Şubatta geri adım atmadık

Haftalık İttihad Gazetesi ile başlayan yaklaşık 50 yıllık bir gazetecilik deneyiminiz var. 28 Şubat sürecindeki medyanın tavrını ve bu süreçteki etkinliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türk basınının önemli bir kısmı darbeye iştirak etti. O dönemde de aynı şeyleri söyledik, hep hakkı ve adaleti savunduk, yapılanları eleştirdik. Yeni Asya olarak hep haksızlığın karşısında olduk, geri adım atmadık”

Maalesef bu süreçte gazetecilik ahlakına ve ilkelerine uymayan birçok olay yaşandı.

Normalde haksızlığın, adaletsizliğin karşısında durması gereken medya bu dönemde yapılan zulümlere ortak oldu, yapılan zulümlerin tetikleyicisi oldu. 4. Kuvvet olarak anılan medyanın bu kuvvetini sürekli otoriteden yana kullanması, askerden yana tavır koyması çok düşündürücü ve bu meslek adına üzücüdür. Maalesef o dönemde birçok gazete ve gazeteci ‘emir eri’ gibi davrandı. Kimi güç, para ve iktidar için bunu yaptı, kimi korkudan yaptı.

Binlerce imam-hatip liseli öğrencinin gelecekleri karartıldı

Bu dönemde binlerce insan fişlendi, psikolojik olarak yıpratıldı, propagandalarla hayatları karartıldı. Yüzlerce subay ordudan atıldı. Başörtülü kızlarımıza zulmedildi, eğitim hakları ellerinden alındı. Binlerce imam-hatip liseli öğrencinin gelecekleri karartıldı, gelecek nesillere darbe vuruldu ve bunların karşısında dimdik durması gereken medya, tam aksine bu zulümlerin kışkırtıcısı, takipçisi oldu.

Türk basınının önemli bir kısmı darbeye iştirak etti. Bunları bizim tasvip etmemiz tabii ki mümkün değildir. Bunlar şimdi söylediğimiz sözler değildir. O dönemde de aynı şeyleri söyledik, hep hakkı ve adaleti savunduk, yapılanları eleştirdik. Yeni Asya olarak hep haksızlığın karşısında olduk, geri adım atmadık.

Şimdi, zaman zaman gazetelerde o dönemle ilgili öz eleştirilere rastlıyoruz. Bu da iyi bir gelişmedir. Yapılan hatalarla yüzleşmek bir daha aynı hatalara düşmeyi engelleyebilir.

Devlet, her inanca eşit mesafede durmayı bilmeli

28 Şubat sürecinden Türkiyeli Müslümanların alması gereken ne gibi dersler var?

Türkiye’nin böyle münafikane hareketlerle karşılaşmaması için demokratikleşmesi gerekir. 28 Şubat’ın verdiği en önemli derslerden biri budur. Demokrasiyi küfür rejimi gibi görenler, demokratları ve onları destekleyenleri küfürle-sapkınlıkla itham edenler 28 Şubat’tan sonra demokrasi gibi kavramların önemini anladılar.

Bu sürecin elbette ki verdiği dersler oldu. Bana göre en mühim derslerden biri, siyaset kurumuyla ilgilidir. Siyaset yapanlar herkesin ortak malı olan din gibi mukaddes kavramları kullanmaktan çekinmelidirler. Din siyasete alet edilmemeli. Devlet de kendi işine bakmalı, her inanca eşit mesafede durmayı bilmeli, “milletime en iyi hizmeti nasıl götürebilirim?” sorusuyla meşgul olmalıdır.

1980’den sonra devletin politikası değişti

Bir röportajınızda 80 sonrası süreçte devletin ‘tehlike’ tanımının değiştiğini ve yeni tehlikenin Müslümanlar olarak tanımlandığını söylüyorsunuz. Sonrasında ise devletin bazı müslüman gruplarla temas kurarak onlarla beraber çalıştığını söylüyorsunuz. Ve amacın da bu ‘tehlikeli’ unsurları devletle barıştırmak olduğunu belirtiyorsunuz. Sizce ‘barışma’ istenilen şekilde gerçekleşti mi? (‘Tehlike’ ne durumda?)

Devletçi refleks bizde hep tehlikeler üzerine şekillenmiştir. İç tehditler, dış tehditler, iç düşmanlar, dış düşmanlar korkusu devleti hep şüpheci ve baskıcı yapmıştır. 80 öncesinde de bu böyleydi, sonra da öyle oldu. Bunun ucu “Derin Devlet’ denen şeye dayanıyor. Derin devlet toplum mühendisliğine soyunuyor, kendine göre düşmanlar üretiyor, devleti ve kurumlarını istediği gibi dizayn ediyor. 1980’den sonra devletin politikası değişti.

80 sonrasında derin devlet, dini gruplarla temas kurmak ihtiyacını hissetti; çünkü onlarla beraber çalışmak gerekecekti. Amaç onları devletle-sistemle; başka bir deyişle Kemalizm’le barıştırmaktı. Bu amaçla görevlendirdikleri insanlar cemaatlerin ileri gelenleriyle temas kurdular.

İman ile küfür, adalet ve zulüm ikisi bir arada bulunamaz

Bize de geldiler: Bana birlikte çalışmak istediklerini; Nur derslerini kaldırmak, Atatürk karşıtlığından vaz geçmek ve yurt dışında Milli Görüş ve Süleymancılar’a karşı birlikte çalışmak şartıyla bizi destekleyeceklerini- onların ifadesiyle ihya edeceklerini- söylediler. Hepsini reddettim. Onlara Risale-i Nur derslerinin her halükarda devam ettirileceğini, Kemalizm’le barışmayacağımızı, Milli Görüşçü ve Süleymancıların kardeşlerimiz olduğunu söyledim. Tekliflerini reddettim; bunun bedelini de ödedik cemaat olarak. Ama ‘derin devlet’ dediğimiz yapı, büyük ölçüde bütün İslami gruplarla anlaşma içine girdi. Maalesef böyle oldu.

Zahiren bir uzlaşma görülebilir; ama bu hakikatte mümkün değildir. İman ile küfür, adalet ve zulüm ikisi bir arada bulunamazlar. Çeşitli mülahazalarla barışık olma gayreti iman-Kuran hizmetinin özüne zıttır. Buradan sağlıklı bir sonuç çıkmaz.

Sözlerimin arkasındayım

Deprem İlahi ikazdır” sözlerinizden dolayı 312. maddeden ceza almış ve 276 gün hapis yatmıştınız. Şimdi AİHM sizi haklı buldu ve Türkiye’yi 5000 avro tazminata mahkum etti. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?

“Adalet yerini buldu, vicdanım rahat. Ben zaten vicdanen suç işlememiştim. Bunu AİHM tasdik etmiş oldu. Zaten bana oradan telefon edilmişti. “Devletinizle anlaşmak ister misiniz?” diye sorulmuştu. Ben de demiştim ki: Hayır ben para istemiyorum, adalet istiyorum. Bu nedenle ondan sonra dava gelişmiş. Gelişince bu netice çıktı.”

Peki daha önce Türk adaletinin vermiş olduğu karardan dolayı hala bir burukluğunuz var mı?

Bir insan haksızlığa uğrarsa, sonra onun hakkı değişik mahallerden de olsa iade edilirse, elbette memnun olur. Çünkü benim söylediklerim suç değildi. Ben inancımın gereğini söylemiştim. Dinimin gereğiydi. Çünkü bir felaket olmuş, Bediüzzaman Hazretleri için bir mevlit düzenlenmiş. Orada Bediüzzaman’ın zelzele hakkında düşüncelerini dile getirmişiz.

Hem orada bu fikirleri ihtiva eden broşürü dağıtmıştık, hem de orada basın toplantısı yapmıştık. Suallere bazı cevaplar vermiştik. O günün ortamında bazı gazeteler bunları çarpıttı ve abarttı. Zaten herkes bilir ki, bizim adaletimiz maslahata göre karar veriyor. Yani bu devlet yanlısı mı değil mi, şeklinde değerlendiriyor. Eğer devlet yanlısıysa dava bile açılmıyor. Karşı gibi görünüyorsa dava açar ve cezalandırır.

Ben hem vatandaşım, hem de bir gazeteciyim. Kanunlar çerçevesi içinde her düşüncemi açıklayabilmeliyim. Üstelik söylediklerim kanunlara aykırı değildi. Mukaddes kitabımızda Peygamber kıssalarından bahsedilir. Bazı kavimlerin günahları sebebiyle cezalandırıldığı anlatılır. O zaman bana sorulmuştu peki zelzele neden oldu diye? Ben de 28 Şubat süreci sebebiyle olduğunu söyledim. Çünkü bu süreçte birçok zulümler yapıldı insanlara. Sonra denildi ki depremde bütün ölenler günahkar mıydı demek istiyorsun. Ben de hayır, sadece suçlular günahkardır. Ancak masumlar ise manevi şehittir, dedim. Ancak beni buna rağmen 312. maddeden ‘halkı birbirine düşürmek’ manasında suçlu buldular. Halbuki benim sözlerimden sonra bir yaprak bile kıpırdamamıştı. Herhangi bir tahrik de olmamıştı.

AİHM’in kararından memnun musunuz?

Tabii adalet adalettir. Avrupa ya da Amerika adaleti diye düşünmemek lazım. İslam’ın da kabul ettiği bir şey var, bir devlet gayri Müslim de olabilir ama adalet denen şey orada varsa haklı ve haksız ortaya çıkarılabilir. Ama adalet yoksa, isterse Müslüman olsun, isterse gayri Müslim olsun fark etmez. Adalet insanlıkla gelen bir meseledir. Ama zaman zaman ne yazık ki siyasete, hissiyata ve tarafgirliğe alet edilebiliyor.

Bu sebeple de böyle kararlar alınabiliyor. Ben tabii ki kendi ülkemde suçsuz olmama rağmen suçlu bulunmama üzülürüm. Ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, ben Müslüman bir insanım. Kendi ülkemde suç olmayan bir şeyden suçlu gibi gösterilmişim. Benim bu hususta vicdanım rahat, bir sıkıntım yok.

Ama kendi devletimin bu adaleti gerçekleştirememiş olmasından dolayı üzülüyorum. Biz gidip de Avrupa’dan adalet aramamalıyız. Bu duruma düşmemeliyiz. O halde bize bu cezayı verenler utansın. Ben ise dünya ahiret bu kararı ve cezayı boynumda taşırım. Ama bu kararı verenler bunu taşıyabilir mi? Ahirette hesabını hesabını vereceklerdir. Ben gittim şerefimle 276 gün yattım. Bir şey kaybetmedim. Ancak adaletimizin itibarını da düşünmek lazım.

Cezanızı tamamlamadığınız gerekçesiyle davanız hala Yargıtay’da. Sizce AİHM kararının bu sürece bir etkisi olur mu?

Şimdi bize özellikle 2 sene 1 gün ceza verilmişti. Bu nedenle cezam ne tecil edilebiliyordu ne de paraya dönüştürülebiliyordu. 2 sene olsa öyle bir imkan vardı. Ancak sanki kasti olarak artı 1 gün ilave edilmiş Bu nedenle ivedi bir şekilde ceza infaz edilmek durumunda kalmıştı. Şimdi ise Yargıtay’da görüşülüyor.

Yasa değiştiği için tekrar görüşülmesi durumu oluştu. Ancak ben AİHM’in kararının bir etkisi olmasını beklemiyorum. Benim zaten vicdanım rahat. Bir suç işlemediğim açık. Bilakis herkes beni tebrik etti bu süreçte. Hatta bana gel sözlerini tevil et, vazgeç ısrar etme denilmişti. Ben ise “hayır, sözlerimin arkasındayım” dedim ısrarla. Bu sebeple şimdi de herhangi bir beklentim yok bu hususta

Benzer konuda makaleler:

1 Geri Dönüşüm

  1. Kutlular’ın mektubu üzerine kısa bir tahlil | EuroNur | SaidNursi.de

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*