Müstehcenlik mi, san’at mı?

Bu tartışma yeni değil. Kökleri büyük devrim sonrasındaki dinsiz feylesofların çalışmalarına kadar dayanır. Ve kilise düşmanlığının yer yer din düşmanlığına dönüştüğü çevrelerdeki semavî dinler karşıtlığı kadar eskidir. Skolastik kiliseye muhalefetin dine ve dolayısıyla Allah’a isyana dönüştüğü o dönemlerde temel bulan sistematik “müştereken san’at” faaliyetlerinin yaygınlaşmasını meşhur felsefî ekoller veya “felsefî mektepler” tetikleyeceklerdir. Viyana Okulu ve Birinci Frankfurt Okulu gibi “uluslar arası dinsiz felsefe konferanslarının” organizesini üstlenen okullar, dinsizliği biyoloji, fizik, ekonomi, tarih ve kimya sahalarında sistemleştirdikleri gibi; ahlâk ve san’at konularında da kurumsallaştırmaya çalışıyorlardı. O günlerin tarihçesine baktığınızda Karl Marks ve Darvin gibi din karşıtlarının peşinden giden yüzlerce bilimci, felsefeci ve materyalist san’atçı ile karşılaşırsınız.

Bir yün tüccarının oğlu Sigmud Freud, müşahhas tıbbı terk ederek ruha ve duygulara yönelmiştir. Herşeyi materyal bir laboratuvara hapsedebileceğini düşünüyordu. İlim ve mantıktan yoksun verilerini kendisi gibi “dinsizlik yoluna” girenlerle paylaşmak üzere tam yedi defa milletler arası kongreler düzenlemiştir. Psikanalist metod neredeyse alternatif tıbbın tahtına oturuyordu Viyana’da… Kilisenin geleneksel inanç ve değerlerini devirerek zafer sarhoşluğuna yakalanan bu materyalistlerin, semavî inançları, bu inançların cemiyetteki tesirleri ve ahlâkî değerlerini ortadan kaldırmak niyetiyle giriştikleri proje çerçevesinde, o günlerde kulağa çalınan en önemli kelimelerden birisi de “san’at” idi. En az kutsadıkları özgürlük ve devrim kelimeleri kadar revaçta idi. Her türlü ahlâksızlığı, insanî değerleri tahrip hareketini ve vicdana hitap eden dinsizliği “özgür san’at” sloganı ile seslendiriyorlardı. Kuzey Avrupa’nın meydanlarında Yahudi sermayesi ile basılmış milyonlarca müstehcen yanının yakılmasının asıl sebebini bilenlerimiz azdır. Günümüzdeki din karşıtı san’atçıların, o günkü yakma işini “Nazilerin zulmüne” bağlamaları, yanlış yetersiz bilgilerden dolayı maalesef kabul görüyor. Cinsel istismarı zirveye taşıyan Wilhelm Reich’in yakılan kitaplarından mutlaka bazı nüshalar kurtulmuştur. Merak edenler müracaat edebilirler. H. Ziya Aşk-ı Memnu’sunda kimden etkilenmiştir? Bazıları bu romanın Fatıma Aliye Hanımın Fazılası’ndan bir intihal olduğunu da söylüyorlar. Kanaatimizce en önemli olan husus, bu devrin romancılarının “kuzey felsefî cereyanının” tesirinde kalmalarıydı. Almanya’nın 1. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi, bilhassa Musevî asıllı feylesof ve san’atçıların bu bölgeye toplanmalarını hızlandırmıştı. Lenin’i yetiştiren bu coğrafyanın mahsulü idi… Bolşeviklerin elde ettiği maddî güç ve dünyayı tehdit eden ideolojisi değişken olarak buradan beslenmişti. 2. Dünya Savaşı’ndan önceki Kuzey Avrupa ile 1950’lerdeki Kuzey Avrupa’ların karşılaştırılmalarında çok garip şeyler bulabileceğimizi zannediyorum.

Fıtratın şahikalarından kopup gelmeyen tekellüflü san’atın zenginlerin veya ehl-i rahatın işi olduğunu biliyor muydunuz? Avrupalı tüccarların paraları olmasaydı “materyalist san’at” nasıl kurumsallaştırılacaktı? Toplumu dönüştürme projelerinin san’at ve estetik hayatları için ihtiyaç duyulan paranın epeyce çok olacağını düşünüyorum. Roman, şiir, tiyatro ve hikâyeye “müstehcen tasavvuratı” musallat edenlerin dahil oldukları dairenin “cemaatî bir daire” olduğunu gördüğünüzde, insaniyetin temellerini yıkmayı veya ahlâken tereddiyi dâvâ edinen, san’atçıların mahiyetleri biraz daha belirginleşmiyor mu? Belki de “özgür san’at” sloganıyla, insanın mücerred yapısını ortadan kaldırmayı veya manen insanı bitirme hürriyetini istiyorlardı devrimci san’atkârlar. İkinci Dünya Savaşının; san’at, psikoloji ve sinema ile fıtratı devirmeye çalışan bu soyut devrimcilerin yuvalarını yıktığını düşünemez miyiz? Çoğu Londra’da soluğu aldılar… Bir kısmı da M. Kemal’e sığındılar, İstanbul’da paşa paşa yaşadılar. Amerika’ya kaçanlar o denli şanslı çıkmadılar. Wilhelm Reich, İskandinavya’da yaktığı “ahlâksızlık ateşi”nin cezasını, Washington’un zindanlarında canıyla ödedi.

Birinci Cihan Harbi’nin bize en büyük faydası, dinsiz Avrupa felsefesinin içimize girişini geciktirmesiydi. Evvelâ 93 Harbi, akabinde Balkan faciaları ve nihayet Dünya Savaşı… Cephedeki kaybımız yarım milyonun üzerindeydi. Bizi öldürenler ve topraklarımızı gasp edip ecdadımızı perişanca muhaceret yoluna sokanlar, Avrupalı emperyalistlerdi. Bu emperyalistleri tedaî ettirecek en küçük bir söz veya işarete milletin tahammülü kalmamıştı. Harpler, kıtlıklar ve yokluklar kurumsal san’ata müsaade etmemişti. M. Kemal’in Türk milletini inanç, kültür ve estetiğinden soyutlama projesine kadar bu böyle devam etti. Hatta denilebilir ki, tek parti dönemindeki Türkçü san’at felsefecilerinin büyük gayretlerine rağmen, bu durum 1960’lı yıllara dek böyle devam etti.

Dinsiz felsefenin san’at ve estetikteki yarışmalarını Osmanlı’da merak edenler az değildir. İslâm’a baştan sona kadar iftiralarla dolu “tarih-i İslâmî”yi tercüme edenler İstanbul ve Selanik entelektüeli olarak kabul görüyorlardı. İzmir, Selanik ve İstanbul’daki Avrupa okullarında küçük kıt’anın dillerini öğrenen çocukların dünyalarındaki zelzeleyi yine en güzel tasvir eden, yine dinsiz felsefeden etkilenmiş romancılarımız ve tiyatro yazarlarımızdı. Halit Ziya, M. Rauf, H. Cahid, H. Rahmi ve hatta R. Nuri’yi dünyalarından takip ettiğinizde, İslâmiyete, insanî ahlâka ve daha doğrusu fıtrata isyanlarıyla karşılaşırsınız. Şuurlu mu, şuursuz mu fark etmek pek kolay değil, kanaatimce… Bir çok şair, romancı ve tiyatrocunun gizliden gizliye imanlarını kaybettiklerini, ya satır aralarında, ya hatıratlarında veya magazin matbuatından öğreniyorsunuz. Fennî sahada Beşir Fuad ve edebiyattan Fikret gibi itikatsızlıklarını ilân edenlerin sayısı fevkalâde azdır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*