Ölümün yüzünde okunan dersler

Ölüm, hayatı tadan her canlının karşılaşacağı bir hakikattir. Gelmesi muhakkak olan şey, uzak da olsa yakındır. Ölüm hakikati aslında imtihan sırrının keşfedildiği, kendisi dahi bir imtihan olan bir gerçektir.

İnsanlık tarihinde birçok din cereyan edegelmiş ve medeniyetler kurulmuştur. Ölüm hakikati hepsinin bir gerçeği olmuş, fakat ahirete inanç, ölüm sonrası hayat insanlığın imtihan noktalarından biri olagelmiştir.

Fıtrata konulmuş olan beka isteğinin bir yansıması olarak, hemen hemen bütün inanışlarda ölüm ve sonrası kabul edilmiş, fakat bazı yanlış itikatlar, ikinci bir âleme değil de, ruhun ikinci bir bedende yaşayarak ebedîleştiğine inanmışlardır.
Öldükten sonra dirilme, haşir ve ahiret akidesi, cahiliye dönemi insanlarının da ciddî problemi olmuş ve hatta Resulullah’a (asm) gelerek, çürümüş kemik parçalarını göstererek, ‘Çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diye sormuşlardır.
Ölüm hakikatini anlamak, varlığı, hayatı anlamakla alâkalıdır. Hayatın anlamını, varlığının hakikatini, kendi varlığını çözen ve idrak eden insan, ölüm hakikatini anlayacak, gerekli dersler çıkaracaktır.
Aslında doğduğu gün insan ölüme adım atmıştır. Nefisler bu kadar yakın ve bu kadar gerçek olan hakikate bir o kadar uzaktır.

Schopenhouer’un ölümle ilgili şu tesbiti dikkat çekicidir: “Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeker. Nihâî zafer ölümün olacaktır. Çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnız kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz. Tıpkı sonunda patlayacağından emin olsak da olabildiğince uzun ve büyük bir sabun köpüğü üflememiz gibi.”
İnsan ölüm gerçeğini üzerine hiç almak istemez. Hep başkalarına geleceğini sanır, fakat çember daralmaya başlayınca, yani bir bir gördüğümüz, tanıdığımız simalar o uzun sefere gidince, bir an durur ve düşünürüz. Faniliği ve ölümlü olduğumuzu tam hissedecekken, yine nefis oyunlarını oynamaya başlar ve tekrar dünyaya, faniliğe dalar.
Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şerifinde, “Ölümden sonra olacakları bildiğiniz gibi, hayvanlar da bilselerdi, yemek için semiz hayvan bulamazdınız” demiştir.
Ölüm, ömrün, varlığın sonu değildir. Varlığın her ânında sonun yakınında olmak demektir. Zira kalbimiz her vuruştan sonra saniyenin altıda biri kadar dinlenir. Yani günde yüz bin defa çarpan kalp, dört saat ölerek durmaktadır. Bu ölüm, yüz bin taksitle olduğu için biz bunu anlamayız. İşte biz insanlar gün içinde arzular, emeller, hırslar, istekler yumağı halinde iken, taksitler halinde ‘ölmeden evvel ölebilmek’ hakikatini bulabilsek, hayat daha anlamlı olacaktır.
Ölüm gelecek bir nokta değil, belki de arkamıza dönüp baktığımızda geride kalan hayatımızdır. Ölüm rabıtasının ehl-i tarikat ile ehl-i hakikat arasındaki farkı bu noktadır. Ehl-i tarikat hayalen istikbale giderler. Ehl-i hakikat her geçen dakikanın, her geçen saatin, senenin, yüzyılın, medeniyetin ölümlerini tefekkür eder ve gelecekte de kendi cenazesini, asrının cenazesini ve bir parça daha gitse dünyanın ve kâinatın cenazesini anında müşahede eder.
Biyolojik ölüm gerçeğinden başka, maneviyât ölümleri, ruh ölümü, kalp ölümü, psikolojik ölümler gibi, aslında daha ciddî ölümler de mevcuttur.

Ölmeden önce ölenler ikiye ayrılırlar. Bunlardan birisi gerçek dirilmeyi, hayatı ifade eder. Yani dünyanın ve içindekilerin ve hatta kendisinin üzerindeki fanilik damgasını okur ve hayatı Yaratanın rızası doğrultusunda kullanırlar. Ölmeden önce ölen bahtiyarlar aslında gerçek hayata namzet olanlardır. Seneca, “Vazgeçmeye hazır ve istekli olanlar dışında hiç kimse hayatın gerçek tadını almaz” demiştir.
Bir de dünyasını da, ahiretini de öldürenler vardır. İmanın olmadığı veya hayata yön vermediği, Hayy-ı Kayyum’un unutulduğu ölümler vardır. Bunlar cemiyet içinde meyyit-i müteharrik şeklinde gezerler. Hareketli cesetler hükmünde olan bu insanlar dünyada yaşadıklarını sanan, akıl ve kalplerini nefse yediren zavallılardır.
Bu ölüm yanında, vazifeden paydos anlamına gelen ölüm bir nimettir.
Psikolojimiz her ölümü aynı biçimde algılamaz. Ölüme illâ bir sebep tahtında bakmak isteriz. Ölümün mahlûk olduğuna insanın pek inanası gelmez. Hastalandı öldü, kaza geçirdi öldü, kavgadan, dertten, açlıktan, dikkatsizlikten öldü vs. denir.

Oysa hayat gibi ölüm de mahlûktur. Zira insan hastalandığı için, dert çektiği için, savaşta olduğu için ölmez. Ölüm yaratıldığı vakit ölür.
En büyük nasihat, en büyük terbiye edici, günahlardan caydırıcı, kibirlilerin kibrini söndürücü, Allah’a yakınlaştırıcı, nimetlerin kıymetini anlatıcı, ihtar edici… gibi daha bir çok hikmetler ölüm gerçeğinin yüzünde okunabilir.
Zihinler, ölümle ihtiyarlığı yakınlaştırır ve böylece kendinden ve hayatından ölümü uzak tuttuğunu sanır. Ne var ki, istatistikler, gençlerin ölümlerinin ihtiyar ölümlerinden çok daha fazla olduğu hakikatiyle zihinleri sarsar. Fakat genç ölümleri uzak köşelerde, hastane odalarında, cephelerde, bilemediğimiz, çalmadığımız kapılarda olduğu için ve ölümü hatırlatan mezarlıklar dahi şehrin dışına atıldığından bir türlü ölüm nasihatçısının derslerini derinden hissedemiyoruz.
Peygamberimiz (asm), “Ölümü çokça zikredin. Bu günahlarınızı giderir ve sizi dünyada zâhid yapar. Zenginken ölümü hatırlarsanız bu sizin hırsınızı yıkar. Fakirken onu anarsanız, yaşayışınızdan hoşnut kılar” buyurmuştur.
Yine bir hadis-i şerif, “İnsan nasıl yaşarsa, öyle ölür ve nasıl ölürse öyle haşrolunur.” demiştir.
İyi ve güzel bir hâl üzere son nefesini vermek, ancak iyi ve güzel yaşayanlara nasip olacaktır. Ahirette iyi hâl üzerinde olanlar da iyi hâl üzere ölenlerdir.
Bir de psikolojik ölümler vardır. İnsan arzuları, emelleri ile dünya ile kaynaşır ve beklentileri, amaçları onu harekete geçirir.

İşte insan bu emellerine kavuşmak isterken, yanında eğer iman, tevhid, teslim, tevekkül, rıza, memnuniyet, kanaat gibi değerleri yoksa, hemen yanı başında ümitsizlik hastalığı belirir. Ve o insan, artık dünya ile arasındaki uçurumu fark eder. İfrat tefriti netice verir ve dünyayı tahkire başlar. Nefsi terbiye edemeyen, faniliği okuyamayanlar bu safhada her şeyden el etek çekerler. Her şeyi terk etmeye hazır olan bir halet içine girerler. Bu tehlikeli bir ölümdür. Zira sebebi ‘dünya sevgisi’dir.

Maneviyat büyüklerinin fanilik algısı ve dünyadan uzaklaşmaları ise tam tersi ahiret nimetlerine mukabil, dünyanın hiçliğini anlamış olmalarından ve yüksek bir maneviyat yansımasındandır.
Ölümü hatırlamak, dünyadan el etek çekmek değil, tam tersi, hayatı daha anlamlı kılmak içindir. Ölümü unutmak için paraya, pula, şöhrete, gaflete, gevezeliğe, sarhoşluğa ve serkeşliğe adanan hayatlar dünyayı da yaşanmaz kılar ve hayatın anlamını kaybettirir.

Zira anlamlı ve değerli bir hayat, hem kişinin kendi kıymetini hem başkalarının kıymetini yükseltir. Bu yüzden hayatı daha anlamlı kılmak için ölüm gerçeğine gözleri kapamak değil, tam tersi bütün derslerini okumak gerekecektir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*