Şahetilvücuh! Veya ´beyaz adam´ın “karayüzlüleri´´

Mazi ve müstakbeli içinde toplayan Kur’ân-ı Kerim’in Enfal Sûresinin yedinci âyeti bu günlerde sizin de dikkatinizi çekmiyor mu? Araştırmacılar ve bilhassa müfessirler Bedir Harbini müteakiben nazil olan bu âyetin Peygamberimizin (asm) meşhur bir mucizesinden de haber verdiğini yazıyorlar. Âyette, “Attığın zaman sen atmadın, ancak Allah attı…” diyor.

 

Düşmanın şiddetli hücumunda Peygamberimiz (asm) yerden bir avuç toprak alarak “Şahetilvücuh” (Yüzleri kara olsun!…) diyerek düşmana atıyor. Konuşulan bir kelimenin bir anda bir çok kulağa girmesi gibi, bir avuç toprağın her düşman askerinin gözlerine girerek, onları hücumdan alıkoyduğunu siyer tarihçileri haber veriyorlar. İlginçtir ki, aynı hadise meşhur Huneyn Savaşında da tekerrür ediyor.

Dikkatli okuyucularımız, yakın geçmişteki yazılarımızda, peygamberlerin mücadale meydanı olan bu toprakların tekin olmadıklarını, bu coğrafyaya Karun’ca yönelenlerin hemen hemen tümüyle helâk oldukları ifademizi elbette hatırlayacaklar…

Dünyaya “tek bir göz”le bakabilen; mânâ, tarih ve insanlığa açılmış tüm pencereleri küfür ve isyanla kapatan “deccalist Avrupa,” tıpkı Mekkeli müşrikler gibi düşündü. Önce sahip olduğu kuvvetlere, kalabalıklara, teknoloji ve müttefiklere baktı, sonra avuç içi kadar dar “Medinetü’n Nebi”ye… Veya Medinetü’n Nebi’den kopup giden Müslümanların yaşadığı güçsüz kuvvetsiz şehirlere… Irak topraklarına…

Bedir’de Mekkelileri komuta eden Ebu Cehil ile müttefikleri komuta eden “güç merkezleri” arasında karakter, sıfat ve hedef noktasında bir fark göremiyoruz. Iraklı askerleri ve ahaliyi küçümseyenlerin Medineli çiftçi çocuklarını küçümseyen Ebu Cehil’den ne farkları olabilir ki?

Müttefiklere “deccalist kuvvetler” dememizin sebebi, bu savaşa tüm Hıristiyanlık âleminin karşı oluşu ve tel’in etmesidir. Papa can havliyle semâvî kitaplardan edindiği mâlumatla Batıyı bir felâketten kurtarmaya çalışıyor. Îsevî ruhaniler; Nuh, Hûd’un, Salih ve diğer peygamberlerin zamanlarında vukua gelmiş hadiseleri anlatmaya çalışıyorlar. Nafile… Gözlerini hırs bürümüş bir güruh nihayet tüm semavî dinlere düşman olduğunu ilân etti. Papa’yı dinleselerdi, belki de Babil’in asma bahçelerini uçuran ve İrem Bağlarını tarumar eden “rüzgârlardan” haberdar olurlardı. Hûd’un heybetli ve isyankâr adamlarını kuru yaprak gibi önüne katıp giden fırtınalarından haberdar olur da, bu coğrafyalara zulüm, isyan ve inkârla gelmezlerdi… Teknolojiye, filolora, tanklara ve yüzbinlerce askerine güvenen “deccal kuvvetlerine” yalnızca Allah’ın bir askeri karşı çıkmıştır: Hava unsuru… Kör olan yalnızca Mekkelilerin veya Amerikalıların gözleri değil; hayâlet uçaklarının, tanklar ve helikopterlerin de gözleri göremez olmuş. Yalnızca Mekkeli Mekkeliye kılıç sallamadı, müttefiklerin onlarca uçağı “dost ateşiyle” düştü ve mevzileri göremeyen ölüm makinalarının ateşine hedef oldu. Toprak aynı toprak. Hûd’un kavminin isyanı Ebu Cehil ile deccal kuvvettlerine eş değer olduğu gibi. Hendek muhasarasını organize eden Mekkeli, Hazreçli ve Yahudi müttefiklerinin ittifak ve ümitlerini uçuran rüzgâr da aynı rüzgâr değil mi? Kur’ân-ı Kerim bir sûreye Azhab, yani “müttefikler” ismini vermiş. Müttefiklerin hakkından da rüzgâr gelmiş. Bedir’in intikamını almak, İslâma son vermek ve ganimetleri paylaşmak isteyenleri bir gece rüzgârı bitirdi. İttifak dağılınca da Mekkeli müşrikler ortada kalıp perişan oldular. Bakalım aynı sahne burada da cereyan edecek mi?.. Duâ… Duâ… Duâ…

Cehalet kadar kötüsü olamaz… Allah’a isyanla birlikte fenlere taparcasına ortaya çıkacak cehalete derman çok zor. Firavun ve Nemrut gibi ekranlarda boy gösteren şaşkınların bilemedikleri çok önemli bir şey daha vardı… Bu topraklar Al-i Beytin kanlarıyla, can ve nefesleriyle bütünleşmiş topraklardı.. Şah-ı rüsul evlâd-ı Resulü Allah böyle yalnız bırakmayacaktı. Belki de Bağdat, Necef, Kerbelâ, Basra ve Musul gibi şehirlerin tüm topraklarında Resulullah’ın (asm) el izleri var… Şaheti’lvücuh yalnız Bedir Kuyusu civarında veya Mekke taraflarında kalamazdı… Onun bedeninden toprağa düşen her zerre, o coğrafyayı Allah düşmanlarına karşı bir cephaneye dönüştürecekti. Her kum tanesi uranyum katkılı bomba tesiri yapacaktı, ki yapıyor.

Güle oynaya Bedir’e gelenler gitti. Amerikalılar da gelmediler mi? Bağdat’ı iki-üç gün içinde alacaklarını söyleye söyleye zavallı askerleri sürmenaj olmuş. Zamanındaki tüm Hıristiyan âlimlerinin önünde diz çöktüler. Abdulkadir’in (RA.) köyüne böyle edepsizce ve zulümle gireceklerine kendilerini inandırmaları kelimenin tam anlamıyla “bozguna” dönüştü ve nihayet çakal ulumaları sona erdi…

Semavî dinlere inananlar veya Hz. Muhammed’in (asm) hayatını iyi bilenler işi yine de kum fırtınasına havale edemezler. Hûd’un (as) yardımına koşuşturulan unsur ile diğer peygamberlerin imdadına gönderilen unsurlar aynıydı. Emir veren de, emri alan da..

Allah kendisine karşı işlenilen cinayetleri deccal kuvvetlerinin küçük görmeye çalıştıkları askerlerine havale ediyor. Materyalistler bu hadiseleri de tabiata havale edebilirler.

Fakat zaferin şimdiden hangi tarafta olduğu belli…

11 Eylül cinayetinden post çıkarmaya çalışanlar şimdiden perişan… Tıpkı Hayberin fethini duyan Mekkeli müşrikler gibi… Bizim İstanbul’daki münafıklar da şaşkın ve mebhut…

Müttefiklerin “kum fırtınasınca” durdurulmasına ve yer yer Amerikalı, İngiliz askerlerinin esir alınmalarına inanmak istemeyen bizdeki münafıkların, Bedir Zaferiyle harab olan İbni Selül’den hiç farkları yok… O Medinetin Nebi’de şaşkındı, bunlar İstanbul’da… Ha İbn-i Selül, ha İbn-i Selanik… ne fark eder ki… Birisi Mekkeli müşriklerle, diğerleri de müttefiklerle İslâmın aleyhinde ittifak kurmuştur, fakat zamanın rüzgârı esmeye görsün… Kum fırtınasından bir çoklar birliğini göremez oluyor.

Duâ… Duâ… Duâ….

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*