Sanata Dair -2 Devrimci sanatta cinsellik tutkusu

Kemalizmi tıpkı Ekim Devrimi gibi bir hareket telâkki ettiğimizde, Kuzey Avrupa, Rusya ve Anadolu’da sanattaki çoraklaşmayı az çok anlayabiliriz.

Söz konusu medeniyetlerin estetik ve güzellik akidelerine Bolşevik veya Kemalistlerce peşpeşe inen darbelerin, bin senelik “Bediiyyat” çağlayanlarını neredeyse kuruttuklarını söyleyebiliyoruz. Hatta denilebilir ki, Osmanlı’nın veya onun devamı olan Türkiye’nin bu insan karşıtı devrimcilerden aldığı yara, Avrupa ve Rusya’dan daha derindir. 1930’lu yılları takip eden yıllardaki “güzel sanatlar” dünyamızı gezdiğimizde, kültürel coğrafyamızın Cengiz’in yaktığı Buhara’dan ve Hülagu’nun yağmaladığı Bağdat’tan daha da harebezar göründüğüne şahit olacaksınız. Bin senelik sanat mabetlerimizin yerine panik içinde bilhassa Avrupa pozitivistlerinden yapılan tercümeler ve bazı klâsiklerin devletçe basımı, dümdüz edilmiş cennetî bahçelerdeki birkaç kaktüsü andırır. Tarih, bir gece içinde devrimcilerin estirdikleri sam yeliyle bin senelik bir edebiyat, harf, mimarî, tarih ve şiirin terk edilişine belki de ilk kez şahit olacaktı. İslâm sanatını tedai ettirecek çizgi, ses, sembol ve melodilerin bir iki sene zarfında şiddetle yasaklanmasıyla birlikte, bizdeki tereddî son haddine ulaşıyordu.

Bırakalım abide sanatımızı, bütün dünyanın huşu ve hayretle dokunduğu, duyduğu, okuduğu ve izlediği kurtulabilmiş birkaç eserin hemencecik “dünya sanat ve medeniyet mirasına” dahil edilmeleri de gösteriyor ki; sonunda tarihi bir kin ile tekmeleyip çiğnemeye çalışmışlar. Şu mücerred ifadelerimize misal olabilecek yüzlerce hikâye veya hatırayı her yerde bulabilirsiniz.

Devrimci sanatkâra yalnızca “edepsizlik” nazarıyla bakılabilir mi? Sanatı dâvâsına âlet edenlerin cinsellik düşkünlüğünü veya müstehcenliği taçlandırması, onların tahrike dayanan dinsizliğe düşkün olmalarından olmalı. Belki de insanı insan yapan değerlerle mücadelede cinsel istismarı veya müstehcenliği kullanmışlardı. Çarlık Rusya’sında kanunla suç sayılan “eşcinselliğin” Lenin ve Torçkice serbest bırakılması ve akabinde de hamamlarda ve yüzme havuzlarında erkek-kadının çıplak bir şekilde birlikteliğe zorlanmaları, günümüzde “özgür sanat ve kültür” adına aynı durumu müdafaa edenlerin kaynağını herkese göstermiş olmalı… Fikir ve düşünce olarak Sigmund Freud’dan beslenen bu devrimci damarın aktüel versiyonlarını ve sanatlarını izleyenlerin “bolşevizmi” hatırlarına getirmemeleri çok ilginçtir.

Dinsizlik düşünce ve sanatın ikinci dünya savaşından sonraki Avrupa ve bilhassa Almanya’daki temsilcileri, Herbert Marcuse ve Max Horcheimer gibi feylesofların çalışmalarını dikkatlice incelediğimizde, o günün Avrupa’sının 1968’lere nasıl geldiğini rahatlıkla izleyebilirsiniz. İnsanın “însanî bağıyla” savaşan bu hareketin ahlâkî boyuttaki devrimleri de onurumuzu fevkalâde inciticidir. Bir gül çiçeğini ağacından, dalından, yaprağından ve hatta budağından soyutlayarak çıplak bir göbeğin ucunda göstermeyi hiçbir sanatkâr kabullenmezdi. Ya bir tavus kuşunu o muhteşem giysisinden cüda bırakarak, tüylerini yolup onu maskaralaştırmayı…. Peki anne, kız evladı, teyze, hala, sevgili ve güzel olan kadını giysilerden soyutlamak… Tasavvuru bile rahatsız eden bu iğrençliği sanat adına Avrupa’da takdim eden devrimcilerin maksatları ne güzeldi ve ne de güzel sanattı. Çok ilginçtir ki, eşcinsellik başta olmak üzere, Bolşeviklerin savurduğu müstehcenliği Kemalistler de gizlice ve zaman ayarlı bir şekilde Türkiyemizde sergilemişlerdi. Türkiyemizde cinsel istismarı ekranlarda, sinemada, sokakta ve her yerde savunan ve eşcinselliği normalleştirmeye çalışanların Kemalist ve devrimci olduklarından hiç kimse şüphe etmemeli diyoruz.

Cumhuriyet döneminde, devrimlerle birlikte güzel sanatlarımızın başına gelen felâketi, sehl-i mümteniye mazhar İstiklâl Marşımızı “bestesiyle“ başlatanlar haksız değillerdi. Şiirin muhteşem derûnî sesi ve dizilişini gerçekleştirmiş “aruzun” men edilişi, Abdulkadir Meraği’den coşup Itrî’ye gelen musıkînin yasaklanışı ve Avrupalı heykeltraşlara parmak ısıttıran hattın yağmalanışıyla derûnî ıztıraplara düşmüş sanatkârlarımızın hıçkırıkları hâlâ devam ediyor. Aruzun yerine yazdırılmış “hececileri” tepe taklak deviren garipçiler ve komünizmi benimsemiş şair ve yazarlarla şiir ve nesirdeki tereddimiz maalesef Kemalizm cenabında hâlâ devam ediyor.

Bizdeki mukallit devrimcilerin cinsel istismar düşkünlüğü, kendisini daha ziyade “pembe diziler” ve köy romancılığıyla dışa vurur. Bilhassa kaba, çirkin, edepsiz ve mühtehcen üslûplarıyla (F. Bozkurt, Orhan Kemal ve Y. Güney gibi) hikâye ve insanı güzel sanat boyutlarından çirkefhanelere yuvarlayanların eserlerinin istisnasız sinemaya uyarlanmaları, devrimcilerin tek başlarına yapacakları işler değildi. Bu arada çizgiyi, hicvi, ironi ve güldürüyü de belden aşağıya indiren solcu geçinen bazı sanatçıların çalışmaları da, devrimcilerin “semavî ahlâka dayanan sanatla” yaptıkları dehşetli harbin yansımalarıydı. Zaman değişebilir, dekor da değişir… Ölen kahramanların da yerine yenileri gelir. Fakat bir şey değişmiyor: MÂNÂ… Sanatlarını fıtratı tahribe adamış devrimci sanattaki mânâ bakî kalıyor. Sigmund Freud öldü, ama milyonlarca müridi “özgür sanat” minberiyle yoldaşlarını yaşatıyorlar bugün.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*