Siyasette ‘sırren tenevveret’

Siyasetle ilgili yazılar yazmanın ne kadar zor ve ne derece riskli, sıkıntılı olduğunun farkındayız. Ama, yine de zor olana talibiz. Üstelik, en sıkıntılı bir süreçte… Kolay zamanda herkes konuşur.

Gerçi, bazı okuyucularımız—bizi sevdiklerinden olacak—ısrarla şu tarz mesajlar gönderiyor: “Lütfen siyasî konulara girmeyin… Mümkün olduğunca siyaset üstü, ya da siyaset dışı konuları yazın…

Senin neyine siyaset be kardeşim! Yazacak nurlu hatıralar, feyizli mevzular mı yok? İstersen çiçek–böcek yaz, istersen kırlara uzan, istersen hep tarih yaz, hatta istersen halk ilâçlarıyla, yahut sağlıklı beslenmeyle ilgili konuları yaz, razıyız; yeter ki, siyasetten uzak dur, siyaset yazma…”

Sizler de biliyorsunuz ki, yerine göre diğer konularda da yazıyoruz. Yeter ki, konu ilgi alanımıza girsin, yahut uzmanlık sahamızla alâkalı olsun…

Bununla beraber, siyasete temas etmeye ve siyasî mevzularda yazılar yazmaya da mecbur ve mükellefiz.

Zira, Üstad Bediüzzaman’ın da ifadesiyle, gazeteler bu zamanda “siyasetin lisânı”dır. Niketim, kendisi de “gazete ve siyaset” ile eş zamanlı olarak ilgilenmiş, yahut terk etmiştir. 1935’te Isparta Cumhuriyet Savcılığına yazdığı bir mektupta, 13 senedir (demokrasi dışı tek parti dönemini kast ediyor) gazete ile birlikte siyaseti dinlemediğini, işitmediğini ve istemediğini ifade ediyor. (Bkz: Barla Lâhikası, s. 198)

Ama aynı Üstad, 1949 yılından itibaren, hem siyasetle yakından ilgilenmeye, hem de gazeteleri yeniden yakın takibe almaya başlamıştır. (Bkz: Tarihçe–i Hayat’ın “Üçünçü Said Devresi” ile Emirdağ Lâhikası–II’de yer alan yirmiye yakın mektup.)

Demek ki, eğer siyasetle ilgilenilecekse, mutlaka gazete lâzım ve eğer gazete çıkarılacaksa, illâ ki siyasetten söz etmek gerekiyor. Demokrasilerde, biri diğerisiz olmaz. Kim ki olur diyorsa, mevcut gazetelerden bir örnek göstermesi lâzım.

Bütün bunların dışında, ayrıca şuna da kat’iyyetle inanıyorum ki: Fahr–i Kâinat’ın (asm) bırakmış olduğu iki büyük emanet olan “Kitabullah ile Âl–i Beyt” emanetinin bu zamanda hakkıyla namzet ve mâkesi olan Hazret–i Bediüzzaman’ın siyasette de “mükellef” olduğu bir “vazife–i hakikiye”si vardır.

İşte size, siyasetle de yakından alâkadar olan/olması gereken “Üçüncü Said”in bu vazife–i hakikiyesine dair yazdığı mektubun can alıcı cümlesi: “…Vatan ve millet ve din nâmına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi—dünyaya bakmadığım için—yapmadığımdan, hakîkat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine şimdi bu Afyon hapsinde (1948–49) kanaatim geldi.” (Tarihçe–i Hayat, s. 490)

Üstad Bediüzzaman’ın o tarihte bu kanaate sahip olmasının ve “Üçüncü Said” olarak siyasetle yeniden alâkadar olmasının en büyük bir sebebi, âdeta bağıra bağıra “Ben dindarım! Biz dindarız!” diyen şahısların kurduğu Millet Partisinin siyaset sahnesine çıkması ve aynı dönemde Meclis’te grup kurmasıdır.

Evet, mübarek sayı olsun diye 33 kişiyle 1948’de—üstelik Ankara’da Üstad Bediüzzaman için bir ev yaptıran Osman Nuri Köni’nin evinde—kurulan Millet Partisinin fahrî başkanlığına “dindar Kemalist” Fevzi Çakmak, resmî başkanlığına ise “milliyetçi Kemalist” Hikmet Bayur getirildi. (Onlara göre, Said Nursî ve talebeleri de “çantada keklik”ti. Ayrıca, bir ev/medrese de yaptırmışlar ya… Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 288)

Eski Genel Kurmay Başkanı (1922–44) Fevzi Paşa, 22 yıl seyirci ve yer yer müdahil olduduğu eşedd–i zulüm ve istibdat rejiminin üçüncü derecedeki günahkârı iken, Hikmet Bayur ise, 1934’teki Millî Eğitim Bakanlığı döneminde başlayan ve halen de bütün okullarda devam eden “Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi” dersinin kurucusudur.

Bu iki Kemalist şahsın liderliğindeki partiye, ayrıca parlamentoda 61 üyesi bulunan Demokrat Partiden de 28 milletvekili transfer edilerek Meclis’te grup kuruldu. Üstelik, transfer edilenlerin ekserisi, kamuoyunda “milliyetçi–muhafazakâr” diye bilinen kimselerdi. Bu da yetmezmiş gibi, o devirde “dindar medya” olarak bilinen bütün gazete ve dergiler, hemen bütün edip, yazar ve şairler de koro halinde Millet Partisini desteklemeye koyuldu: Eşref Edib’ten Necip Fazıl’a, Osman Yüksel’den Abdurrahim Zapsu’ya, Osman Bölükbaşı’dan Cevat Rıfat’a, Osman Nuri Beyden “İhtiyar Hoca”nın bilumum talebe ve müritlerine kadar, o devirde “şahs–ı mânevî”den ziyade tarîkate meyyal olanların kâffesi Millet Partisinin barajına su taşımaya yöneldi. (Dikkat: Bugün de aynı barajdan beslenen, enerji alan siyaset trafoları var.)

Böylelikle, 1946 seçimlerinden beri Halkçıların zulmü altında ölüm kalım mücadelesi veren DP’yi hem bölmüş oldular, hem de içini boşalttılar. Parti üst düzey kadrosu içinde ilâç için olsun “dindar” diye bilinen hemen hiçkimse kalmadı. Öyle ki, ekonomide liberal görüşü savunan eski İttihatçı Bayar’ın liderliğindeki DP yönetiminin 4. sırasında yer alan Adnan Menderes’i dahi o güne kadar camilerde gören olmamış.

İşte, böylesi bir siyaset tablosu ile, Türkiye 1950 seçimlerine hazırlanıyordu ki, Üstad Bediüzzaman “Üçüncü Said” nâmı ile meydân–ı zuhûra çıktı.

Daha hapiste iken duymuş ve çıkınca (1949 ortaları) da gördü ki, çoğu dostları ile İttihad–ı İslâmdan bazı kardeşleri “daha dindar” görünümlü olan Milletçilere meyletmiş.

İşte, bilhassa bu dost ve kardeşlerin “yanlış basmaları” ve siyasette yanlış bir adrese yönelmeleri, 35 senedir siyaseti terk eden Üstad Hazretlerine siyasî muhtevalı lâhika mektuplarını yeniden yazmaya ve bu meyandaki ölçü ve prensipleri hatırlatmaya sevk etmiştir. (Bkz: Beyanat ve Tenvirler, s. 307)

Zira, Üstad Bediüzzaman’a göre, böyle bağıra bağıra, yahut göstere göstere “dindarlık görünümüyle” siyaset meydanına çıkılması, âyet ve rivâyetlerin ders vermiş olduğu kudsî düstûrlara, prensiplere uymuyor. Bilhassa, “sırren tenevveret” düstûruna aykırı düşüyor.

Dolayısıyla, “helâket ve felâket asrı” olan şu âhirzamanda, doğrudan ve alenî şekilde din nâmına, dindarlık adına, hatta dindarlık görüntüsüyle, mücadele meydanına çıkılması uygun görülmüyor, tavsiye edilmiyor: “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak, manevî kılınç hükmünde i’câz–ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.” (Hadis meali; Tarihçe–i Hayat, s. 131)

İ’câz–ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele, üç Said devresinde kesintisiz şekilde devam ettiği gibi, kıyamete kadar da devam edecek.

Kuvvetin kardeşi olan siyasetle mukabele ise, doğrudan yapılmayacak ve yapılmamalı. Bu sahadaki mücadele, yine “sırren tenevveret” düstûruna muvafık olarak, bir derece perdeli ve hatta “benzeyen”i ile yapılmalı… Evet, rakip, muarız veya muhalif cenahı parçalayıp çökerten en sağlıklı yöntem ve en kuvveti silâh, “benzeyeni ile vurmak”tır.

Nitekim, Üstad Bediüzzaman da bu metodu kullanmış ve meselâ ikinci Reisicumhura yazdığı mektupta, onu “Ölmüş gitmiş, dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş” dediği en dehşetli adamın aleyhine sevk etmiştir. (Dehşet uyandıran bir noktaya dikkat: Başbakan Erdoğan, bugünlerde bu düstûrun tam zıddına gidiyor. Birincisine sahip çıkarak, habire ikincisine vuruyor.)

Öte yandan, Celal Bayar’a tebrik telgrafı ile destek mesajı gönderen Üstad Bediüzzaman, çok daha fenâ olan İsmet’e karşı ona “nokta–i istinat” olmuştur. Aynı şekilde, “liberal Kemalist” olan Bayar’a karşı da “İslâm kahramanı” dediği Adnan Menderes’e bütün kuvvetiyle sahip çıkmış ve talebeleriyle birlikte ona duâ edip destek vermiştir. (Zındıkaya karşı zaten inisiyatifsiz olan Fevzi Paşa, 10 Nisan 1950’de öldüğü için, siyasî denklemden de çıkmış oldu.)

Elhasıl: Şu “sırren tenevveret” hakikatini hayat ve hizmetinin hemen her sahasında rehber edinen Üstad Bediüzzaman, mükellef olduğu “siyaset mesleği”nde de aynı düstûra riayet etmiştir… Meselâ, Nur Risâlelerini sürgün hayatının başlangıcı olan Barla’da alenî ve bağıra çağıra değil, gizli bir sûrette telif ve neşretmiştir.

Bu durum gösteriyor ki, siyaset mesleğinde de aynı “perdeli düstûr”la hareket edecek; dolayısıyla, bağıra bağıra, göstere göstere bir dindarlık görüntüsüyle siyaset kulvarına girene değil, öyle görünmeyene istinat noktası olmaya çalışacak ve asıl muarızlarını onlarla vuracak demektir.

“Dindar demokrat”lık ise, zahirde görünen ve istismara, hatta tahrike açık olan değil, gösterişten ve riyâkârlıktan uzak bir dindarlıktır ki, bundan zarar gelmez.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*