Tercüme ve sadeleştirme üzerine

Birbirine yakın kelimeler olmadığını hepimiz biliyoruz. “Tercüme” âlemşümûl bir kelime olmasına karşılık, “sadeleştirme” kelimesinin—bugünkü Türkiye’de anlaşıldığı üzere—tarih boyunca cumhuriyet Türkiye’si dışında hemen hemen hiç kullanılmadığına şahit oluyoruz. “Tercüme”nin fıtrî bir ihtiyaçtan doğduğu bir hakîkat. Belki de ilk tercüman Hz. Adem (a.s.) eşyanın isimlerini Cennette meleklere Allah’ın emri üzerine tercüme etmişti. Bu ihtiyaçtan mütevellid tercüme olayı yazılı ve sözlü olarak tarih boyu akıp geliyor.

Resûlullah (asm) zamanındaki komşu milletlerin dillerini öğrenen sahabeleri biliyoruz. Ticaret münâsebetiyle kışın Şam üzerinden Anadolu kapılarına, yazın Yemen’e seyahat eden Kureyşlilerin de bazı dilleri öğrendiklerini görüyoruz. Hatta Asr-ı Saadet’te yazılı edebiyat metinlerinin Süryanice de te’lif edildiğini Hz. Ali’nin (r.a.) Celcelutiyye ile Kasîde-i Ercûzesinden anlıyoruz. Kur’ân’ı ve İslâmı sair milletlere takdim ihtiyacı sadedinde yapılan tercümelerin dışında, “tercüme”nin İslâm tarihi boyunca üç dönemde yanlış kullanıldığına şahit oluyoruz. Yunanlılarla muhtelit yaşayan Ortodoks Süryanilerin halife Me’muna yanaşarak eski Yunan felsefesini gündeme getirmeleri ve bu ölmüş felsefenin hortlatılmak üzere Grekçe’den Süryânice’ye ve oradan da Arapça’ya tercüme edilmesi, hem insanlık ve hem de İslâmiyet açısından zararlı olmuştur. Asr-ı Saadet’te direkt “Kur’ân”dan nurunu alan Müslümanlar, en geniş “ilmî hürriyet” içinde son derece süratli inkişaflarla insanlığı medeniyet yolunda terakkî ettirirken, Yunan felsefesiyle Müslümanların berrak düşünceleri bulanmış, zekâvet ve çalışkanlığın yerini, müşevveşiyet ve atâlet almaya başlamış. Bazı araştırmacılara göre, Huneyn ibni İshak’ların başlattığı tercüme hareketi olmasaydı; Avrupa’nın on sekiz-on dokuzuncu yüzyılda yakaladığı “teknolojik gelişmeyi” Müslümanlar bin yıllarında gerçekleştireceklerdi. Bu tercümeyi müteakiben felsefenin Endülüs-Gırnata ve Kurtuba’sında Arapça’dan Avrupa dillerine tercümesinin insanlığa ikinci zararı yaşattığını iddia edemez miyiz? Hatta Avrupalıların İslâm güneşinden gereği gibi istifade edemeyişlerinin sebebi de, Endülüs’ün kısmen (İbni Meymun v.b.) kadîm Yunan felsefesiyle müşevveş kafaları değil miydi? Avrupa “akılcılık belâsı”nı maalesef Arapça eserlerden almış oluyordu. Dinsiz Avrupa’nın medar-ı iftihârı tüm feylesoflarının fikirlerinin mayası da Endülüs’ten Paris, Londra ve Roma’ya dağılmıştı.

Üçüncü tercüme belâsını ise; Paris–Selanik–İstanbul hattında yaşamışız. Nazarlarını Kur’ân’dan ayıran Müslümanların, kompleks ve zillet sürecinde başta Fransızca olmak üzere Almanca ve İngilizce’den Türkçe’ye yapılan tercümelerle yavaş–yavaş Asya zemininden koparılmaya çalışıldığını müşahede ediyoruz. Kiliseyi dışlayan dinsiz feylesofların eserleri, fennî eserlerden önce Osmanlı Türkçe’sine kazandırılmıştı. Aydın geçinen ve yüzleri garba dönük entelektüelimizin sergüzeştidir bu. İlk iş olarak dinsizlik, sefahat ve sünneti dışlayan adab ile ilgili eserleri okuyacaktı. O günün Selanik ve Manastır’da yalnızca dönmelerin ve diğer gayr-ı müslimlerin neşrettiği gazete ve dergi sayısı iki yüz civarındadır. Muhtevalarının ise yüzde sekseni tercüme… Selanik’e karşın İzmir ve İstanbul bu hususta çok da geride değillerdir.

Doğu’dan Batı’ya tercümenin başında yıllar boyu Kur’ân gelmiş. Zaman zaman temel ilmî eserler, müceddidlerin kitapları (İmam-ı Gazalî, İbni Arabî, Taftazanî, Celâleddin-i Rumî v.b.) ve güzel sanatla ilgili kitaplar da çoklukla tercüme edilen eserler arasındadır. On dördüncü yüz yıldan sonra Avrupa İslâm âleminden tercümelere bir nevî ara verir. Kur’ân ile birlikte bazı hadis kitapları dışında eski tercüme hareketi görülmez. Zamanımızda en çok tercüme edilen eserlerin başında yine dinî kitaplar geliyor. Bunların arasında Risâle-i Nur Külliyâtını Anadolu Kur’ân kültürünün dünyaya açılmış bir elçisi konumunda görüyoruz. Yaklaşık elli dile tercüme edilen bu Kur’ân tefsirlerini, yavaş yavaş şerh ve izahları takip edeceğe benziyor.

Tercüme, eserin aslına ulaşmada yalnızca bir rehberdir. Bazan yalnızca eserden haber verir. Mesnevî-i Kebîr’in tadından tercüme ile haberdar olanlar çoğunlukla Farsça öğrenmişlerdir. Gazalî, İbni Arabî ve İbni Sina’nın tercümesini okuyanlar Arapça’ya yönelmişler. Bugün Batıda Risâle-i Nur’u tercümelerle tanıdıktan sonra Türkçe öğrenmiş yüzlerce Avrupalı’dan bahsedilmesi, tercümeden orijinale giden yolu gösteriyor. Tercüme ile amel, ilmî çalışmalarda çok gerilerde kalır. Aynı dile yüzlerce defa tercüme edilen başta Kur’ân-ı Kerîm ve bazı temel eserler gösteriyor ki, tercüme hiçbir zaman müdakkik alimlerce esas alınmamıştır. Kur’ân’ın Türkçe’ye tercüme edilip, camilerde okunması projesine şiddetle karşı çıkan ve bu zındıkların niyetlerinin mahiyetini açıklayan Bediüzzaman Hz.’leri Kur’ân’ın tercümesinin niçin mümkün olmadığını da isbat etmiş. Yüzlerce mânâ, pozisyon ve fonksiyon icra eden tek bir harfin tercüme edilemeyeceğini eserleriyle dünyaya ilân eden Üstadın bu Kur’ânî müdafaasından sonra, mülhidlerin teşebbüsleri akîm kalmış. İhtilâl dönemlerinde söz konusu dinsizlik projesine sahibiyet gayretiyle yapılan teşebbüslerin de; ne kadar sunî, cılız, itici ve ahlâkdışı görüldüğünü zaman göstermiş.

Kur’ân’ın tercüme edilip—hâşâ—ne mal olduğunu Müslümanlara gösterme gayretiyle başlayan “Türkçeleştirme”ye paralel olarak “Türk dilinde” başlayan tereddî ve tahribat da çok ilginçtir. Burada şu hakîkati esefle ifade etmek gerekiyor: Anadolu Türkçe’sinin maruz kaldığı musîbete ve felâkete hiçbir dünya dilinin maruz kalmadığını düşünüyoruz. Bin senelik Türk İslâm kültürünü çağrıştıran kelimelerin, deyimlerin edebî metin ve şiirlerin 1925’den sonra Anadolu’yu idare edenlerce Türkçe’den metazorî usûllerle sökülüp atılması, milleti kültürde ve konuşmada “dilenci” durumuna düşürmüş. Meydana gelen boşluklara Batı dillerinden ulu orta yerleştirilen kelimelerin, Türkçe’ye hem mânâ, hem dilbilgisi ve hem de dil musikîsi noktalarından ne kadar zararlı olduğunu yine günümüz Türkçe alimleri belirtiyorlar.

Tercüme ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. İslâm tarihinde “sadeleştirme”nin yerini şerh, izah, haşiye ve zeyiller almıştır. Zamanla bu nevî çalışmaların temel eserleri perdeleyerek ilimde bir tereddî doğurduğunu ve bunun da ilmî inkişâfları gerilettiğini tarih kaydediyor. Tercüme denilince hatırımıza Bediüzzaman Hz.’lerinin Arapça’dan Türkçe’ye çevrilmiş İşârâtü’l-İ’câz ve Mesnevî-i Nûriye gibi eserleri geliyor. Müellifin kontrolünde ve rahle-i tedrîsinde yetişmiş kardeşince yapılan bu çeviriler Üstadın üslûbunu taşıdığından kanaatimizce telif ile tercüme arasında bir yerde durur. Tercümenin en mükemmelini ancak yine eserin sahibi yapabilir. Sadeleştirme yalnızca bir anlama biçimi olarak karşımıza çıkabilir. Edebî bir eseri okuyan her kişi, ayrı bir dünyada ele alacağından mütalaa edenler sayısınca anlama biçimleri ortaya çıkacaktır. Zahiren doğru ve cazib görünen sadeleştirme kelimesini fonksiyonuna göre ele aldığımızda neticenin hiç de doğru ve çekici olmadığı herkesçe bilinecektir. Zîra müellif veya şair ikinci kişinin sadeleştirme sadedinde kullanacağı kelimeleri bildiği halde kullanmadığına göre, ortaya çıkacak ikinci metin kimin fikrini temsil edecektir… Müellifi dilde acz içinde görme ve ona yardım mânâsına gelecek sadeleştirmeye, ancak maksatlı veya maksatsız bir tahrif nazarıyla bakmak en güzeli olsa gerek.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*