Terörün panzehiri; hayatın mayesi olan İslâmiyet ve kardeşliktir

Ramazan ayı dâhil bayramda, hem ülkemizde hem de Müslüman ülkelerde devam eden kanlı terör olaylarını ve bunu yapan kanlı elleri şiddetle tel’in ediyor ve şehit olanlara Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret niyaz ediyorum. Her gün yürekler dağlanıyor.

Ata ocaklarına kor düşüyor. Milletin sabrı zorlanıyor. Büyük ve hain bir oyun oynanıyor. Bu oyunu bozacak irade ve idarenin de artık kendine gelmesini ve bir şeyler yapmasını milletçe bekliyoruz.

Dış güçlerin ve menfaat şebekesinin maşası ve esiri olan iç ve dıştaki her türlü terör destekçisi ve bağlantısı olanlara da en kısa zamanda akıllarını başlarına toplamalarını, hidayet nasip olanlara hidayet, olmayacak olanları da Rabbimizin Kahhar ismiyle kahretmesini temenni ediyorum.

Dünya kanın, kinin, savaşın, terör ve katlin bitmediği bir arenaya dönüşmüş durumda. Dünyayı bu dehşet sahnelerine, kan gölüne çevirenler, sözümona, “medenîyiz!” diye geçinen insan bozması Batı felsefesinin esiri olan materyalist ve menfaatperest canavarlardır.

Materyalist felsefenin tesis ettiği bu “dünyalık” bütün kurum, sistem, şirket, dernek, teşkilât, organizasyon, düzen, fabrikalarıyla… Hülâsa ne varsa maalesef; şerre, tahrîbe, kine ve kana hizmet ettirilmek için gayr-i meşrû bütün yollar kullanılmaya çalışılıyor. Sporundan eğlencesine, san’atından eğitimine, sanayiinden ticaretine, teknolojisinden modasına kadar… her şeye el atan bu muhteris cereyan, sistemi elinde bulunduran fasıkların elleriyle insanlığı dehşete düşürmeye devam ediyor.

Bu muhteris güruhun, tarihte olduğu gibi bugün de baş hedef kitlesi; Müslümanlar gruplar ve İslâm ülkeleridir. Gözünü kan bürümüş bu “dünya oyuncularının” iki ana hedefi vardır:

Birisi; maddî kaynakları hegemonyalarına almak. Bölge ve ülkelerinde azalmaya yüz tutmuş Allah’ın verdiği yeraltı ve yer üstü kaynakları tükenme noktasına geldiğinden “sömürü” hırsıyla, gayr-i meşrû olarak ne gerekirse yapmaktan çekinmemektedirler. Bu gözü dönmüş “süper güçlerin” İslâm ülkelerindeki fıtrî kaynakları kendi lehlerine devşirmek için kurmadıkları tuzak, oynamadıkları oyun kalmıyor.

İkincisi ise; “savaş ekonomisi” olarak isimlendirebileceğimiz, “kazanmak” hırsıyla depolarını dolduran silâhları pazarlamak ve satmak için “terör ve savaş” siyasetinden hiç vazgeçmemeleridir.

Maalesef bu kirli ve dehşet verici alçak oyun ise, çoğunlukla başta İslâm ülkeleri olmak üzere mâsum millet ve devletlerin sınırları içersinde icra ediliyor. El altından destek verdikleri; “turuncusundan yeşiline” kadar her türlü “bahar” ve “devrimin”, hasis egolarının oyunlarından başka bir şey olmadığını artık daha net görmek mümkün.

Bunlar madalyonun bir yüzü! Madalyonun öbür yüzünde ise, biz Müslümanlar varız. Asıl biz kendi kimliğimizle yaşayabiliyor ve İslâm’a ayna olabiliyor muyuz? Ana çözüm burada yatıyor. Kısa ve uzun vadede İslâm âlemini ve insanlığı sulha ve saadete götürecek çözüm yolları İslâmiyet’tedir. Buna çok ciddî kafa yormamız ve Nebevî yolun rehberliğini birinci öncelik olarak ele almamız gerekiyor.

“Büyük kafaların gaflet içerisinde olduğu!” tesbitini yapan asrın manevî hekimi Bediüzzaman’ın bu tesbitini çok iyi idrak etmek gerekiyor. Bu tesbitin belli bir zaman, belli bir zemin ve belli şahıslarla sınırlı olmayarak devam ettiğini görememenin faturası maalesef çok ağır oldu. Kitle, cemaat, millet ve sistem olarak böyle tuzak ve oyunların acı neticelerini çoğu zaman gecikerek öğrenerek kahrolabiliyoruz.

Bugün her kesimden insanın geldiği bir nokta var. Dünya bu mevcut materyalist ve dinsiz felsefî sistemle artık yürümüyor, yürümeyecek! Bunun için tek çıkar yol: Kur’ân’dan çıkan İslâmiyetin düşünce sistemi ve pratiğinin şahıs bazından başlayıp, kitlelere ve bütün insanlığa mal edilmesi ve hayata geçirilmesinin gerçekleştirilmesidir. Kur’ân, insanlığa bir saadet kaynağıdır. Bu rehberliği yapacak “İslâm Kimliğinin” öne çıkıp tatbik sahasının genişlemesi gerekmektedir.

Müslüman kimliğindeki birey ve kitleler için bu noktadaki en büyük tehlike ve çıkmaz ise, dinin kaynağı olan “nass ve ahkâmın” orijinaliyle, yani vahiy ve semavîliğin tam olarak icrâ edilememesi, edilmemesidir. Kur’ân’dan çıkan İslâmiyete sahip olup onu sulandırmamalıyız. Bir Müslüman asla “semavîliği” ve “vahyi” eğip bükmemelidir. Yanlış yorumlanıp menfaat uğruna feda edilmemelidir. Şu andaki en büyük tehlike; “kurdun gövdeye girmesi” tehlikesidir.

Aslında bu konuların hepsi için; çözüm örneği de vardır. Bir asır önceden İslâm dünyasının bu perişan hâlinden ve Müslümanların dine karşı bu lâkaydane tavırlarından büyük rahatsızlık ve ıztırap duyan asrın müçtehidi Bediüzzaman’dır. Bu hastalığa çare bulmak, reçete yazıp, tedavi etmek için; “şarkın yalçın kayalıklarından İstanbul âfâkına” ve payitahta; şarkın bedevî aşiretleri arasından Şam-ı Şerifin ilim meclislerine, harp meydanlarından cami minberlerine, tiyatro sahnelerinden miting kürsülerine kadar meşrû her zemini ve platformu kullanarak bütün cesaretiyle fikirlerini beyan etmiştir. Bu derdin ateşini söndürmek ve hastalığa çare bulmak için bitmeyen bir çaba ve gayret göstermiştir. Bugün de Müslümanlar olarak bizlerin en büyük çıkmazımız ve handikapımız olan “kafalardaki gaflet” yüzünden onun “rehber fikirleri”, muhataplarında tam anlamıyla ma’kes bulamamıştır. Kitabında “ümitsizlik” olmayan bu kahraman, bahadır Üstad; sonunda “Anadolu steplerindeki” Nur hadimleri, şakirtleri, tilmizleriyle tatlı, sade, halis, samimî ve kırılmaz bir çizgide buluşarak dâvâsını ebedîleştirmeyi başarmıştır.

Bugün başta Müslümanlar olmak üzere dünyadaki bütün insanların Bediüzzaman’a duâ ve vefa borçları vardır.

Gönüller üzerinde tesis edilen ve bir asra yakındır her geçen gün gelişerek ve genişleyerek devam eden bu hareketin en büyük projesinin adı ise; “Medresettüzzehra”dır. Dâvâsının simgesi hâline gelen “Medresettüzzehra Projesi.” Bugün maddî cihetiyle olmasa da manevî yönüyle icraatını devam ettiriyor. Bediüzzaman bu büyük projenin tesisi için yapılabilecek her şeyi sağlığında yapmıştır. Bu mukaddes emanet “külliyatta” bir nüve olarak gelecek nesle havale edilmiştir. Bunca çekilen ıztırap ve çileden sonra bugün bütün dünyaya yayılan “Nur Hareketinin” “Şahs-ı Manevisi” mânen bu projenin tatbikatını her yerde devam ettirmektedir.

İnsanlığa rehber olacak; Kur’ân hizmetkârlığının vazifesiyle omuzuna ağır bir vebal konulmuş olan “Nur Hareketinin” müntesipleri bu vahyî ve semavî vazifeden asla taviz vermemelidirler. Bu mukaddes dâvâyı ilk önce Müslümanlara, sonra da insanlığa mal etmek; bu inanç bütünlüğünün tatbikat ve icraasının yerli yerinde, meşrûiyet içersinde, aslına uygun şekilde kullanılmasıyla doğru orantılıdır. Onun için dünyevîlik ve arzîlikten uzak olarak, insanlığın mutluluğuna rehber olacak semavîliğin ve vahyin üstünlüğünü ve güzelliğini yaşayıp yaşatmak zorunluluğu vardır.

İnsanlığın kurtuluş reçetesi Kur’ân’da ve İslâmiyetin hiç eskimeyen ahkâmında mevcuttur. Bu değerlerin tatbikatının kafa ve gönül âleminden şahsî bazda başlayıp cemiyete ve topluma mal edilmesi için tavizsiz bir “istikrar çizgisine” şiddetle ihtiyaç vardır. Tatbikatı kendi nefislerimize mâl etmek, inanç sistemi ve uygulamasının zembereğidir. Böylelikle halka, gruplara, kitlelere, millet ve insanlığa mal olarak, dünyanın sıkıntılarının azalmasını ve giderilmesini netice verecektir inşaallah.

Bu büyük ıztırabı hayatı boyunca çeken ve münhasıran ele alıp, hayatı boyunca akıl, kalp ve ruh dünyasında çare arayan ender ve tek insan Üstad Bediüzzaman’ın “Medresetüzzehra Projesi”, tam manasıyla bir “dâvâ adamı” yetiştirme projesidir.

Şehit olanlara Allah’tan rahmet, acılı ailelerine ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ederken, kardeşlik duygularının huzur ve saadetimize medar olmasını Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemin’den niyaz ediyorum.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*