Abendland veya “akşam ülkesi´´ndeki sonbahar

Bu kaçıncı sonbaharıdır ömrümün… Akşam ülkesindeki kaçıncı hazanım… Gurbet rakamları birbirine karıştırdı… Sayamıyorum. Mahallî lisanda “Abendland” diyorlar. Biz ise ona “akşamın ülkesi” diyoruz. Ecdadın “garp” dediği diyarlara…

Bu diyarlar doğup büyüdüğüm diyarlara hiç benzemedi. Lâkin ben yirmi küsur yıldır benzetmeye çalışıyorum. Sauerland’ı Zigana’ya, Alpler’i Kaçkar’a benzeterek sevmeye çalışıyorum. Hem ne fark eder ki… Her iki diyarda da Adem’in (as) hamurundan bir damla yok mudur? Biliyoruz ki, her iki diyar da varlıklarını “Resuller Resulünün nurunda” buluyorlar.

Yalnız bu diyarlarda ağaçlar nazlı ve nazenince… Anadolu’daki insanlardan fazlaca alâka görüyorlar. Hem bu diyarlarda toprağın rengi de yeşil. Ağaçlar sarıya, turuncuya ve kırmızıya boyanmış. Çayırdan-çimenden toprağın rengi kaybolmuş burada… Bu diyarları artık sahiplenerek seviyorum. Ağaçların rengârenk giysileriyle bu mevsimde raksa kalktığı bu diyarları, Çamlıbel, Uludağ ve Canik diyerek seviyorum. Amerikalı Himalaya’nın eteğine, biz ise Alpler’in eteklerine sarılmışız bu mevsimde.

Dünya mı birbirine karıştı, yoksa coğrafyalar mı? Belki de muhaceretteki insanlar… İki asır öncesinde yaşamış dedelerimizin yüreklerini ağızlarına getirircesine… Belli ki dünya büyük muhacerete hazırlanıyor. Büyük muhacerete hazırlık böyle dehşetli mi olurmuş… Biz artık bu coğrafyaların da çocuğuyuz. 11 Eylül’ün coğrafyaları birbirine kattığını unuttunuz herhalde… İsteyen istediği diyarın kollarından veya yükselen dağların eteğinden tutsun… Bu muhaceret dünyada böyle sürdükçe artık isimlerimiz “akşamın ülkesinde” de okunacaktır.
Dünya; ırkların, dillerin ve dinlerin bu denli karışımını tebelbül-ü akvamda bile yaşamamış. Bugün dünden daha dehşetli ve zaman dünden daha sür’atli… Celal ile Cemal’in münavebeli dalgalandığı bir ummanın sahilinde; hayret, korku ve sevinçle kendilerinden geçmiş çocuklar gibi bazan hüzün, bazan sürur… Kahkahalar feryatlarla iç içe… Burası akşamın ülkesi. Güneş tüm akşam diyarlarını tutuşturarak burada atlasa bürünür ve kaybolur.

Bu diyarlar, ağaçları biçilmiş ve nihalleri talan olmuş Anadolu bozkırlarına hiç benzemiyor. Renk cümbüşünü okşayan güneşin altında halkalanmış ormanların bağrında kaybolan büyük otoyollarda seyahat edenler bu diyarın sohbahar zevkini tatmışlardır. Gözün, gönlün, ruhun ve fikrin renk bayramını yaşamak isteyenler bu mevsimde mutlaka “akşamın ülkesine” uğramalıdırlar. Bir güzelin mor, bordo, kırmızı, turuncu ve sarıyı tek giyside birleştiren harika uyumunu hayal edenler; Bavyera ormanlarındaki manzaralarla zihinlerine yerleştirebilir.
Bu tablolar Anadolumuzda yok mu? Var. Fakat onları keşfetmek için şehirden hicret gerekir. Akşam ülkesinde onu şehrin merkezinde seyredersiniz. Daldan toprağa neşe içinde düşen yaprakları sedirlerin üzerinde… Doksanlık bir çift sarı yaprakla aynı bankta, bakışlarınızı sarı yaprakların lahuti dansından ayırmadan temaşa imkânınız var bu diyarda…

Şu sonbaharı bir “hicret mevsimi” görmek yanlış mı olur? Bir hicranın yaşanıp yaşanmadığını bilemiyorum. Ağaçların yapraklarından cüda kaldığını, sarı-turuncu yaprakların hicrete düştüğünü ilk bakışta görmemek mümkün mü? Belki de buradaki kuşlar yapraklardan daha şanslı… Kim bilir… Zira onlar güneye, dünyanın kalbine doğru hicret ediyorlar… Hicret-vuslat arası birşey. Mesih (as) Adem’in (as) Cennetten indirilişini bir sürgün kabul eder. Adem çocukları bu sürgünle anavatanlarından kopmuşlar. Yoksa yaprak ağaçta, insan dünyada mı sürgün? O zaman hazan vuslat olmaz mı? Hicretle vuslatı karıştırdık bugün… Celal ile Cemal’in içiçe tecellisi bize bu mevsimde temyiz imkânı vermiyor
Gurbette hazan sevgili bir zamanda geldi. Sevgililer Sevgilisine gönül bağlayanları günahlarından kurtarırcasına… O ikindi güneşiyim diyordu. Fakat akşamın ülkesinde gurub çok yakın… Akşamın diyarında Kur’ân İncil’in elini avucuna almış, hem okşuyor, hem medet veriyor. Maddî mevsimle mânevî mevsim de burada iç içe. Birisi, ötekisini gösteriyor… Ve mevsimin görkemli ağaçlarını… Seher yeliyle dökülen yapraklarını… Giysiler… Sarı-turuncu giysiler sanki kesret olmuş vahdete… Saba rüzgârı şefkatlice soyuyor ağaçları vahdete hazırlık için. Bu mevsim, dünyanın helâl olmayan aşklarından, kalbimize, belimize ve boynumuza asılmış gayrimeşrû ağırlıklardan “hazan” gibi bizi kurtarmak istiyor. Seher yelinin ağaçlardaki cemalî temizliği gibi inşaallah günahlarımız dökülen yaprakları takip edecek… Yoksa işimiz—Allah korusun—zemherire kalacak…

Bu mevsim başka bir mevsim, bu diyar başka bir diyar.. Kimisi beti-benzi solmuş, yorgun ve bitkin bir veremliye, kimisi de vuslat heyecanıyla yüzü renkten renge girmiş bir sevgiliye benzetiyor mağribdeki bu sonbaharı… Onu altına benzetenler de var… Atlası altına boyayan gurub güneşinin Alpler’in eteklerini nasıl tutuşturduğunu görseydiniz, belki de en doğrusunu siz söylerdiniz… Asya’dan gelmiş çocukların “yorgun” olduğu bu diyarda; gün yorgun, mevsim yorgun ve dünya da yorgun. Saniye yelkovana, yelkovan akrebe ve akrep de “akşama” yol gösteriyor. “Dönülmez akşamların ufukları” buralara daha yakın…

Bilirim akşamı sevmezsiniz… Zelzeleleri, hercümerci, inilti ve feryatları bağrında besleyen akşamları… Fakat unutmayınız ki akşam aynı zamanda “vuslata” çıkan bir köprüdür. Günün Sahibine yalvararak ürperti ile akşamı bekleyenlere “bu vakit” belki de saadete götüren yol olur. Güneş sabahın ülkesinde durmadı, duramazdı da. Akşamın da ülkesine uğrayarak atlasta kaybolacak bir gün… Zira Rabbimizin vaadi haktır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*