Müslüman aydınının “Hakk ve hürriyetlerini arama” meyliyle Avrupa’ya yönelişi yeni değildir. Cem Sultan kadar Yeni Osmanlılar da kendilerini haklı bularak ve haklarını arama niyetiyle Paris’e yöneldiler. Zulümden kaçış insanî bir vakıa… Üzerinde durmak istediğimiz husus başka… Zulme adalet, nesepsizliğe asalet isimlerini takarak “zulüm ve karışıklığı” bertaraf etmek mümkün mü? Bolşevikler Sovyet Rusya’da zulüm altında inleyen milletlere “cumhuriyet” getirdiklerini söylüyorlardı.
Tıpkı bizdeki “tek partili” Cumhuriyet gibi… İlk Meclisi (1920) tasfiye edenler Cumhuriyeti birlikte kurduklarını kırk katır ile kırk satır arasında bir tercihle karşı-karşıya bırakınca, çokları soluğu gurbette aldı. Fakat hem Balkan Savaşlarında, hem Birinci Cihan ve Kurtuluş Savaşlarında birçok cephede ve birçok yönden vatanın imdadına koşan Bediüzzaman Hazretleri farklı bir duruşla karşımıza çıkıyor. Şark’tan garba kelepçeli sürgüne gönderilirken, talebelerinin Türkiye harici teklifine “Mekke’de olsaydım da buraya gelirdim” derken, demokratik mücadelenin dışarda değil, içerde verileceğini göstermiş oluyordu. Vatanda kalarak vatanperver-hürriyetperver hareketi adeta ateşleyen o günden bugüne ne değişti ki…
Asya durup dururken hürriyetini kaybetmedi. Dışardaki zalim kâfirlerle, içerdeki dessas münafıkların işbirliğiyle kaybolan hürriyet henüz dönmediğinden, bugün İslâm ülkelerinde demokrasiden bahsetmek hakikaten lüks kaçıyor. Zalim Avrupa kâfirlerinin bilhassa İkinci Dünya Savaşıyla birlikte uğradıkları hezimet, Avrupa’da bazı değişikliklere sebep olmuş; İnsanlığın inkişafı, Hakk dini arayan Hıristiyanların Müslümanlığa olan alâkaları ve barışa dayanan düzen… İşte bu durum son zamanlarda Batıya kaçışı neredeyse hicret seviyesine çıkardı. Fendeki beyin göçünü aratmayacak düzeydeki “sosyal toplum dinamiklerinin” göçünü 11 Eylül birazcık durdurunca derin bir “Oh!” çektim. Zira; teknolojide ülkeyi yüzüstü bırakıp Avrupa-Amerika enstitülerinde işçi gibi çalışan ilimadamlarının yanısıra, toplumda hakk-hürriyet arama noktasında demokrasiye hizmet edebileceklerin de azade bir şekilde Avrupa merkezinin hürr sokaklarını arşınlamaları hiçbir zaman hayrımıza olmadı.
Düzenli, gelişen teknolojiyle desteklenmiş ve kısmen barışa kavuşturulmuş “Batı cemiyetinin” demokrasi sürecinin tarihini bilmeden Avrupa’ya yönelmek ne ayıp değil mi? Hangi Avrupalı milleti ele alırsak; mazisinde Osmanlının beşyüz sene boyunca savaşlarda kaybettiğine yakın evlâdını bu “hürriyetlerin tekâmülü sürecinde” kaybettiklerini görürüz. Üç yüz sene boyunca Batı Avrupa’daki mezhep kavgalarında hayatlarını kaybedenlerin sayısı, iki cihan harplerinin kayıp bilançosu olan seksen milyonu aşmazsa da gerisinde de kalmaz. Ya “kovboy” filmlerinin ilhamlarını aldıkları Yeni Kıtadaki içsavaşlardan telef olanların sayısı… Bırakalım Amerika’yı çarlarla, bolşeviklerin Doğu Avrupa’ya olan insanî maliyetini kim hesaplayabilir ki… Şimdi bu kadar kan, gözyaşı ve ıztırapla büyütülmüş bir demokrasiye Türkiye’den, Ortadoğu’dan uçarak konmak isteyenlere sorarlar: Adalet mi?
Toprak, aynı toprak, bahçe aynı bahçe… Fakat bizimki bakımsız. Olanı da hırsız ve haydutlarca talan edilmiş. Fakat komşu hem zahmetle iyi bakmış, hem de bekçilik yapmış. Komşunun kapısını çalmak veya müsaadesizce çitlerden içeriye atlamak çok çok ayıp. Komşu demez mi; seninki var, sen de iyi bak ve sahip ol. Senin de al-al elmaların, rengârenk güllerin olur… Günümüz Müslümanlarından bazıları, “daha rahat bir hayat için” demokrasi ile idare edilen ülkelerin eşiğini aşındırmaya veya bazan da sınırlardan izinsizce girmeye çalışıyorlar. İslâmın izzetiyle kesinlikle bağdaşmayacak bir üslûp.
İçinizden “Biz de bedel ödedik, fakat haramiler bırakmıyor,” diyecekler çıkabilir. Kanaatimizce Asyalılar bedel ödemediler. Yalnızca, Kur’âna aykırı hareketlerinin cezasını çektiler. Şeyh Said hadisesinden İhvan-ı Müslimîn hareketlerine, Cezayirli Fis olayından Taliban olayına kadar din adına girişilen her hareketin şeriata aykırı olduğunu sonradan kendileri de itiraf ediyorlar. Üslûp, metod ve tarz yanlıştı. Bediüzzaman hem şeriatın, hem de ideal demokrasinin zamanımızdaki en büyük teorisyeni olduğunu eserleriyle ortaya koyduğu gibi, 28 senelik bir esaret ve zindan hayatındaki mücadeleleriyle de pratiğini ortaya koyuyor.
Eserleriyle ve talebeleriyle istibdatların en koyu dönemini hürriyetin ışığıyla nurlandıran Bediüzzaman’ın muhatap olduğu 31 Mart hadisesi olmasaydı, belki de Türkiye demokrasi yolunda tüm insanlığın yardımına koşar halde olacaktı. Fakat dinsiz zalim Avrupalılarla Selanikliler hanedanının ittifakları bu ülkeyi demokrasi yolunda onlarca defa tökezletmiş. Türk milletinin kendi elleriyle başının üzerinde taşıdığı demokrasi nihallerini kıracağını; 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi ülkeyi musibetten musibete yuvarlayan ihtilâlleri çocuklarına yaptırabileceğini kim iddia edebilir? Fakat devreye Avrupalı dinsiz insanlık düşmanlarıyla yerli münafık mülhitler girince, Avrupa kapılarından hürriyet ve demokrasi bekler duruma düşüyoruz…
Demokrasimizin, en büyük yarayı “Selanikliler Hanedanının” hançeriyle aldığını söylemek herhalde haksızlık olmaz. Zira, sonraki yıllarda bu insanlık yolunu tıkayanların hep 31 Martlardan ilham aldıklarına şahit olduk… Bizim de yanlışlarımız çok olmuş… Sultan Abdülhamit Bediüzzaman’a kulak verseydi veya milliyetperver ittihad-terakkiciler arkadaşları Said Nursî’yi dinleyip, Selaniklilerin oyununa gelmeselerdi… Ve basit kafalı “Sosyal İslâmcılar” tutî kuşları gibi yangına körükle gitmeselerdi, kazanan yalnızca Türkiye olmayacaktı… İslâm âleminin yanısıra Avrupa da kazanacaktı. Zira bizdeki demokrasi “kötünün iyisi” değil, “iyinin iyisi” olacaktı.
Benzer konuda makaleler:
- AB hedefi
- AB gaye mi ?
- Türkiye önceliği
- Herkes demokrasi cephesine…
- 14 Mayıs bayramları
- Avrupa Birliğine olan ihtiyaç
- Köln’den Van’a hürriyet ve barış köprüsü…
- Avrupa’nın 2 yüzü ve Avrupa Birliği
- AB ile İslâm ülkelerinin bize bakan kör noktaları
- AKP iktidarı Avrupa’yı doğru anlamalı
Almanya İslam Konseyi Din Şurası Sözcüsü / Eğitimci – Yazar
İlk yorum yapan olun