Gençlik ve Namaz

Hem aktüel, hem de klasik diyeceksiniz, mevzumuz için… Biz sizinle farklı şeyleri paylaşmanın peşindeyiz. Paylaşarak düşüncelerimizin doğruluğunu – yanlışlığını sizden isteyeceğiz. Gençlerimizle farz beş vakit namaz arasındaki mesafeyi hepimiz biliyoruz.

Bir çok ebeveynin sıkıntı ve yakınmalarını birlikte hissetmiş ve duymuşuzdur. Ekonomideki arz – talep kaidesine ittibaen birçok yazarımız bu hususta kitap da yazmaya başladı. Bu işin seminer ve konferanslarla hallolacağına inananlar, sözkonusu yola da sülük ettiler. Kanaatimiz o ki, neticeden hiçbirimiz memnun değiliz. Müslüman gençliğimizin çoğu hâlâ beş vakit namazını kılamıyor.

Her zaman olduğu gibi meseleye Risale-i Nur zaviyesinden bakmaya çalışacağız. Bediüzzaman Hz.leri 1909´ların sonunda yazdığı Münazarat isimli eserinin bir yerinde; o­nüçüncü asrın minaresinin başında bulunduğunu, sureten medenî ve dinde lakayd ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye davet ettiğini söyler. Günümüz gençliğinin, şeklî medeniyetperverleriğinden namazdaki bu lakaytlığa düştüğünü düşünüyoruz. Yine Bediüzzaman Hz.lerinin Birinci Meclisteki M. Kemal ile olan tartışmasını hepiniz biliyorsunuz: “Kâinattaki en yüksek hakikat imandır ve imandan sonra namazdır!…” Burada namazın, İslâmiyetin en yüksek şeairi olduğunu hepimiz anlıyoruz. Namaza davetin, minarenin, takke ve sarığın ve hatta camilerin dinin sembol ve şeairleri arasına giridiğini düşündüğümüzde, namazın ne kadar büyük bir şeair olduğunu daha iyi anlarız. Yine Üstadımız bir başka yerde, farzların izharının daha iyi olacağını ve hatta İmam-ı Gazali´nin, farzları izharının şart olduğunu ifade ettiğini söylüyor. Yani Şeairin dalgalanması, ilan ve izhar edilmesi gerekiyor. Kendi hayatındaki namaz ile ilgili bazı kalın çizgileri de ilâve ettiğimizde, meselenin daha da vuzuh kazanacağını ümit ediyorum: Mardin´den Bitlise jandarma nezaretinde kelepçeli gönderildiğinde, namaz için kelepçeleri çözmeyen askerin önüne kelepçeleri atması hadisesini, namazın kerameti olarak ifade eder. Bütün tutukluluk zamanlarında kazaya bırakmadığı namazını, zalimlerin mahkemesinde de isbat eder. Tarihte duruşma esnasında farz namazını eda eden bir başka insanı henüz bilmiyoruz. Eskişehir hapishanesine Isparta´dan nakledildiklerinde, yol boyunca farz namazlarını kılmaya müsade eden üstteğmen Ruhi Bey´in akibetini hâlâ kimsecikler bilmiyor. Yine Kastamonu´dan Ankara´ya, bir Mirac gecesinde yolculuk yaptığı otobüsteki yolcuların namazlarını edaya sebep olan Bediüzzaman Hz.leri, Rejimin Ankara Valisi ile görüşme zamanını namazdan dolayı kendisi ayarlıyor.

Namazın Kur´ân´daki şiddetli tekrarını ve davete icabet etmeyenlere yapılan dehşetli tehditlerin hikmetleri üzerinde genişçe duran Risale-i Nur´un, mevzuya diğer bakışaçılarını başka zamanlara bırakarak, yalnızca “şeair ve gençlik” penceresinden olaya bakmak istiyoruz. His ve heyecanın gençlik için bir kaynak olduğunu kim inkâr edebilir. Kimliğini ve aidiyetini oluşturan esaslara genellikle his ve heyecanla sıçrayan gençlik için “şeair” bayraktan başka bir şey değildir. Adem babamızla birlikte başlayan Hakk ile Batıl mücadelesinde, müslüman gençleri yetiştiren, hedefe eriştiren ve istidatlarını güzelleştiren “cihad ruhu”nu; bazen istibdatla, bazen düşmanla gizli anlaşmalar yaparak ve bazen de cehaletle uyuşturduğumuzda, henüz kimliklerine kavuşmamış gençlikte bir çözülme, çürüme ve tereddî baş gösterir. Davasını haykıramamış, davası için ağlayamamış ve gerekirse davası için yumruğunu havaya sıkamamış bir gençten beş vakit namazın sessiz bir olgunlukta olgunlaşmasını bekleyenlerin metodlarını çok merak ediyorum.

12 Eylül ihtilalinden önceki Türkiye´de, hakk ile batıl arasındaki mesafe gayet açık ve netti. Fertten topluma uzanan çizgide, herkesin rengi, kimliği, estetiği ve hatta kullandığı üslub belli idi. Okulda, askerlik ocağında, yolculukta ve iş yerinde “beş vakit namazı kılma” mücadelesi verenlerin heyecanı, mücadele ve sesi bizim için parola idi. Namaz kılanlardaki mücahede ruhu, tüm kompleksli psikolojileri yere sermişti. Yalnızca namaz değildi; tesettür, kötüye düşmanlık, Kur´ân´a ve dindara saygı da bayraktı, o günlerde. Farz namazını kılmak için karlı dağların başında otobüsü durdurup, kardan abdest alanlar da dindar insanlarımızın çocuklarıydı. Birliğinde, bir üstünden tekdir ve cezalara rağmen namazlarını terketmeyen mehmetçikler de vatanperver amcalarımızın çocuklarıydı. Peki 12 Eylül´den sonra ne oldu… Müslümanlar Kemalistlerle barışıp, o­nların kontrolündeki sofralardan nimetlenmeye başladıktan sonra; bize, gençliğimize ve dindarlarımıza ne oldu? Bediüzzaman, hayatı boyunca M. Kemal´in ve arkadaşlarının yanlışlarını anlata geldi. Bunlardan bir tanesi de; o­nların Allah´a kulluktan istinkâfları değil miydi? Kemalizm İslamî şeairleri kabul etmiyordu… Dünya lehine şeairler aleyhine bir sürecin 12 Eylül´den sonra şuurluca başlatıldığına inanıyoruz. 28 Şubat ve akabinde dindarlardan teşekkül eden hükümetin bu zillet sürecini pekiştirdiğine inanan yalnızca ben değilim. Müslümanlar, en büyük şeairlerini gizlemeye başlayıp, namazı ima yolu ile kılınca; gençlerimiz öteki tarafı üstün ve cazip görmeye başladılar.

Çocuğunun istikbali için inancına uygun isim takmayan baba, zamanla çocuğuna; henüz oluşmamış dini kimliğini gizlemeyi telkin etti. İster – istemez çocukta, dünyayı “inançlardan azade” yaşayan topluluğa karşı bir yaklaşma süreci başladı. Düşüncede başlayan süreç; müziğine, yemesine, giyimine ve bütün hareketlerine yayıldı. İster – istemez; ruhunda doğru – yanlış, iyi – kötü, haram – helal, güzel – çirkin ölçüleri de oluşmadı. Bir müzik parçasından, taraf olduğu spor kulübünün başarısından, internet sayfasında arkadaşıyla yaptığı elektronik sohbetten ve İkinci Avrupalı bir sihirbazın oyunlarından aldığı heyecan ve sevigiyi; anne – babasının sahip olduğu değerlerden alamadı… Müstebitlerce müslümanlar üzerine atılan korku örtüsünden istifade ile, kısmen aynı hanede barış içinde yaşamaya devam eden gençlerimizle ibadet arasında henüz bir ilgi bağı yok.

Gençlik; kimliğine, değerlerine ve temel inançlarına his ve heyecan dolu sevgi ile ancak ulaşır. 28 Şubat´ta Türk milletine yapılan zulme, bazı dindar mebus ve bakanların vitriniyle ses çıkarmayan Anadolulu babalar, evvelâ nefislerine ve sonra da çocuklarına zulmettiler. Kemalizmden kanyaklanan bu siyah örtünün, gençliğimizin Kur´ân güneşinden istifade etmesine engel olduğuna inanmak zorundayız.

Melek ve Şeytanın, iffet ile fuhuşun, güzel ile çirkinin, Allah´ın davetine icabet ile reddin, hakk ile rüşvetin, riya ile sevginin, yalan ile doğrunun aralarındaki uzun mesafeyi herkese göstermek mecburiyetindeyiz.

Aksi takdirde… Aksi takdirde evvelâ namazı, sonra da o­na bağlı olarak İslâmın diğer şartlarını yerine getirmeyen nesillerle baş başa kalacağız. Bediüzzaman Hz.lerinin mübârek bir gecede, mazhar olduğu rüya-yı sadıkayı biliyorsunuz. Asırlarının mebuslarının meclisindeki meşvereti… Doksanüç harbiyle başlayan felaketi balkan harbi, birinci cihan savaşı ve diğer birçok felaket taakib etmiş. Kaderî hikmetini anlatırken Üstadımız, bir sebebini de kılınmayan beş farz namaza bağlıyor ve kaderin tahrikiyle namazda lâkaytlık göstermiş millete birçok cephede, yıllar sürecek bir namazın kıldırıldığı anlatılıyor. Millet olarak namazla ilgili karnemiz pek iyi sayılmıyor. Ahirzaman fitnesinin ateşlediği fitille dünyanın nasıl alev aldığı da malum. Yalnız; zındıkanın müfsit aletlerle kavgire çevirdiği gençliğimizin yüreği bizi korkutuyor. İmansızlığın korunma altına alındığı ve sefahetin teşvik edilerek umumîleştirilmeye çalışıldığı şu günlerde, gençliğin hürriyete ihtiyacı var. Hürriyet içinde aidiyetini ve kimliğini bulmaya, elde edeceği islâmî kimlikle batıla karşı kendisini savunmaya ihtiyacı var.

Bunu da ancak nifağa dayanan istibdada karşı küllî ve umumî bir “hayır!” sayhasıyla başlayabilir, kanaatindeyiz. Gençliğin üzerine de gerilen çirkin siyah örtünün defedilmesiyle…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*