Müfsit âletler üzerine

Hayır ve şer mücadelesinin tarihi kadar, beşerin fıtratını ve insanlığın istikametini bozmada kullanılan metod ve âletlerin tarihi de eskidir. Sabbahiler iktidar mücadelesinde kullanılan bir terör örgütü olmasaydı, o çağların dehşetli metod ve âletlerinden haberimiz olmayacaktı. Mahiyetleri aynı olan ifsad metodları ile müfsit âletlerin şeklî değişikliği neticeyi değiştirmemiştir.

Şeytanın istilâsına uğramış ruhlar kadar çokça olan metodların, insanlıkla birlikte—şerde—tarih boyunca terakki ettiklerini görüyoruz. İnsanlığın fıtratına bir menfi müdahale olarak kabul edilen bu “ifsad”ın ahirzamana yaklaştıkça şiddetlendiğini de birlikte müşahede ediyoruz. Merhum Akif, Safahat’ında miskinler yuvasına dönüşmüş, müdavimlerini tembelliğe ve zaman zaman ahlâksızlığa sürükleyen “mahalle kahvesinden” dert yanar. Halkın dûçar olduğu bu tehlikeye mukabil, aristokrasinin özünü çürütmeye yönelik dans, bale ve tiyatroya karşı insanımızın tepkisini de başta “Safahat” olmak üzere birçok tarihî ve edebi eserde bulmak mümkün. Garbın dinsiz felsefesinin istilâsına uğramış ruhlardaki bîkesliğin bir yansıması olan “ifsad eden edebiyatın” insanımızdaki tahribi, sinema gibi tüm sınıfları içeren geniş biçimde olmuştur. Dine savaş açmış “mülhitlerin” yardımıyla şehir merkezlerine kurulan sinema, tahripte aristokrasi ile avamı bir safta toplamış.

O zamanlar henüz yaygın olmayan ve evlerin baş köşelerini işgal etmeyen sinemanın tahribinden evlâdını kurtarmak için muhafazakâr aileler büyük endişelerle gayretlerin içine girerlerdi. Talebeliğimizde, kahvehane veya sinemaya çokça takılan arkadaşlarımızdaki maddî-mânevî düşüşü gözle takip edebilirdik. Sigara alışkanlıkları, sınıftaki davranış bozuklukları, pejmürdelik, uykusuzluk ve derslere ilgisizlik… Daha sonra da “tasdikname” ile biten bir süreç. Genellikle okulun “arka kapısından” çıkarlardı bu tür arkadaşlarımız…
Bizim neslimiz, insanî değerleri tahribe yönelik filmleri oynatan ve ahlâksızlığı öğreten sinemaya tepkili yetişmiştir. Temel ahlâk kaygısıyla… 1970’li yıllarda yaygınlaşmaya başlayan TV’ye de tepki büyüktür.

Dinî dünya için bilmeden kullanan holding arkaplânlı dinî cemaatlerin kurdukları TV’lere kadar, halkımızın belli bir kesiminde kesin bir tepki vardı.

1980’lerin başında Almanya’ya ilk gelişimde video, Türk toplumunda henüz  yaygınlaşıyordu. Sıla hasreti bir video aletini üç bin marka aldırtıyordu. Milletin zararında adi menfaatlerini arayan “iğrenç vicdanlılar” Yeşilçam’ın tam elli yıl boyunca ürettiği necaseti, birkaç yıl içinde bu musibetzede gurbetçilerin üzerine “video” sistemiyle boca ettiler. Cuma gününden Pazar gününe kadar bazı aileler tam beş film izliyorlardı. Yalnız Yeşilçam değildi vanalardan akan pislik, Avrupa ve Amerika’nın en ahlâksız filmleri de bu arada gurbetteki Türk ailesine yol bulmuştu.
Gurbetteki Müslümanlar bu felâketin tesirlerini “son sığınak” aile ocaklarında henüz yaşarken, Türkiye’deki özel TV programları devreye girdi. Dini siyasete, ticarete ve şöhretlerine Allah’tan korkmadan âlet edenlerin marifetiyle mescitlere kadar büyük ekranlar yerleştirildi. Köyünde kadının tegannisine tepkili olan Müslümana dindar geçinen ekranlardan “kadın bacağı” seyrettirilince, toplumun şirazesi iyice bozuldu. Ekransız ve çanaksız ev kalmayınca, oturma odalarında, dinlenilsin-dinlenilmesin devamlı konuşan, gülen, oynayan ve hokkabazlık yapanlar, mutfakta yemek yapan anneyi, oynamak için hareket isteyen çocuğu ve sohbet için misafirliğe gelmiş ahbabı hiç boş bırakmadılar. Köyün geleneğini bir tarafa bırakan bilhassa kadınlarımız “TV kültürü” ile medenileşme yoluna girmek istediler. Düne kadar ahlâksızlık, iffetsizlik, gevezelik ve iğrençliklerinden topluma giremeyen tipler, maalesef ekranlarda baş köşelerde ağırlandılar. Bu bir felâketti. Çerçevesi geniş, boyutları çok derin bir felâket..

Evet, henüz uyuşukluğundan kurtulamadığımız “yerli TV” belâsını yeni yeni musibetler takip ediyor. “Bilgi çağı”nın harikası “bilgisayar” kullanılarak insanlık daha dehşetli, daha kapsamlı ve daha tesirli bir felâkete maruz bırakıldı. Dünyanın neresinde ve ne zaman işlendiği belli olmayan hemen hemen tüm “günahların” bu yeni âletle evimizin bir başka köşesini işgal ettiğini pek çok aile reisi hâlâ bilemiyor. Avrupa karşısındaki kompleksinden kurtulmayan babalar materyalist ve dinsiz Avrupa’nın, çocukları için neleri programladığını da bilmiyorlar…

Şu yazımızı baştan buraya kadar takip edenler, bizim medeniyetin harikalarına, ortaya getirdiği aletlere ve teknolojiye karşı olduğumuzu zannedebilirler. Bediüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nur Külliyatının 20. Sözünde, Nur Aleminin Bir Anahtarı isimli eserinde ve bazı mektuplarında, fenlerdeki harika inkişafların Peygamberler mucizesine dayandığını ispat ediyor. Teknolojideki harikaların Allah tarafından verilmiş birer nimet olduğunu ve bu nimetlere insanca şükür gerektiğini de vurguluyor. Radyoyu örnek verirken, kullanımın beşte dördünün insanlığın faydasına olması gerekirken, maalesef hevesatta, boş şeylerde kullanılarak insanlığı tenbelliğe sevk ettiğini ve çalışma şevkini kırdığını da ifade ediyor. Yine Bediüzzaman’ın başka bir ifadesiyle, aletin yapılması değil, onun insanın fıtratını bozmadaki kullanımı şerdir, kötüdür. Başta sinema, tv, video ve internet olmak üzere medeniyetin bu nevi harikalarının insanlara hizmette, onları maddeten-manen yüceltmede kullanımı mümkün iken, maalesef tam tersiyle “insanlık nesh olunma,” yani bozulma yolunda bu müfsit âletlerin bombardımanı altında inliyor.
Rabbim tevfikini refik eylerse “internetin” sebep olduğu felâketler karşısındaki tavrımızı aşağıda anlatmaya devam edeceğiz…

Medyanın gurbete düşmüş insanımız üzerindeki menfi tesirlerinin tarihçesini geçen yazımızda belirtirken Müslümanların “müfsit âletler” vasıtasıyla musibetten musibete duçar olduklarını da vurgulamıştık. Mes’uliyetlerinin gereğini yerine getiremeyen İslâmî medya sahiplerinin ve bazı sivil toplum örgütlerinin “kolaycı” müdafaalara giriştiklerini görüyoruz.

Bunca TV’de, internet sitelerinde, radyolarda Kur’ân’ın okunduğunu, dinî mevzularda yayın yapıldığını belirtiyorlar. Doğrusu 1976 yılında ilk olarak TRT’de “Moral kuşağı” programında Kur’ân okunduğunda birçok Müslüman gibi ben de sevinç gözyaşı dökmüştüm. TV’nin yalnızca şehir merkezlerinde veya kasabalarda yaygın olduğu zamanlarda… TV’nin o günkü tesir sahasını bugünle mukayese mümkün müdür? Günümüzde milletin örf, gelenek ve ahlâkını tahrip etmeyi ilke edinmiş elliden fazla merkezden yalnızca bir kanalın yaptığı tahribi, o günlerin TV’si elli yılda yapamazdı. Ellerinde imkânı olan özel veya tüzel kuruluşların, yapılan bu dehşetli tahribata karşı “tamir modellerini” geliştirmesi lâzım gelirken, bilgisizliğin yol açtığı taklit, kolaycılık, populizm ve prensipsizliği müdafaa etmenin yalnızca bize zararı olur.
Semavî dinlere düşman ikinci Avrupa’nın desteğindeki zındıka “müfsit aletlerle” önce sokakları bombaladı. Sonra evlere yöneldi. Ve günümüzdeki internet nimetinin zalimce kullanımıyla şimdi de yatak odalarımıza yönelmiş bulunuyor. Bu kadar geniş, köklü ve vahşiyane bir taarruz karşısında, birkaç ekranda Kur’ân’ı meâliyle okuyarak veya birkaç internet sitesinde İslâm ile alâkalı bilgi vererek vazifemizi yaptığımızı söyleyebilir miyiz?

Medyanın her türlü âleti artık bizim için normal veya fantazî bir araç konumundan çıkarak, ya hayır üreten veya şer üreten birer makine durumuna gelmiştir. Evvelâ şerri def etme prensibiyle, başta bilgisayar olmak üzere medyatik araçların kontrollü, süzgeçli ve bilimsel kullanılması bize farz olmuş. Söz konusu aletleri eğlencede kullanma fantazimiz de kalmamış. Bize hizmetkâr olması lâzım gelen teknolojiye hürriyetimizi ve insanlığımızı kaptırmamak için bu sahada yeterli derecede müsbet olarak bilgilendirilmemiz gerekiyor.

Şu tehlikeyi de nazara vermek istiyorum. Dinî duygularla, hizmet maksadıyla başlayan teşebbüslerin zamanla menfaat, korku, şöhret ve heva yüzünden mecra değiştirmesi tehlikesi… TGRT’nin geldiği durak gibi. Dini kullanarak gündeme yükselen logoların, zamanla din ile alâkası olmayanların hizasına düşüşlerini kastediyorum. Dinin siyasette, ticarette ve şöhrette kullanılmasının doğurduğu felâketin başka bir versiyonunu medyada da yaşamamak için dikkat lâzım. Geçen gün gençlerin “yazıcı”dan çıkardıkları İslâmî site logolu bir sayfa elime geçti. Kadın-erkek münasebetlerini konu alıyordu. Almanya’nın BILD, Türkiye’nin HÜRRİYET gazetelerindeki “arkadaş arama” ilânlarını arattırmayan bir çizgi. Site haram olan yabancı erkek-kadın halvethanesine dönüşmüş. Kontrolsüz, bilinçsiz ve endişesizce evlere giren âletlerin Müslüman ailelerde sebep olduğu facianın çuvala sığmayan kısmını medyadan takip ediyoruz. Fakat alttan alta çürümeye devam eden aile, içinde yaşadığımız aileden başkası değil. TV dizileriyle aileye planlı bir şekilde başlayan saldırıyı video filmleri, özel kanal rezaleti ve nihayet internet çetleri izledi. Garibimize giden bir husus da bu saldınnın hangi yönden ve kimler tarafndan tertiplendiğinin araştırılmaması… Kanaatime göre, dinsiz-materyalist ikinci Avrupa İkinci Dünya Savaşından sonra derin bir mağlubiyet aldı. İnsanlıktan intikam almak üzere yeni metodlarla yeni cephelerden saldırıya geçti. Başta Amerika ve Avrupa aile sistemini çökerten bu zalim kuvvetin hedefi tüm insanî değerler değil mi? Sokaktaki bilboarddaki müstehcen reklamdan internet ağına yüklenen gayr-i insanî bilgi ve resimlerle kadar, tüm bunların yalnızca para hırsıyla yapıldığını söylemek ne kadar doğrudur?

Netice olarak şu hususu tekrar vurgulamak istiyoruz: Aletin keşfi ile onun kullanımı farklı şeylerdir. Allah’ın fenler vasıtasıyla insana ihsan ettiği bu nimetleri, insanın bedensel ve ruhsal yapılarını imhada kullanmayı insan olan insan kabul eder mi? Dünyada hiçbir hayvanın sağlığını, karakterini ve neslini mahveden bir üretimde bulunduğunu kimsecikler iddia edemez. Yaratıcının kâinata koyduğu dengeye uyarak herşey hayatını devam ettiriyor. Ana insan… Canavarlaştığı zaman hunharlıkta herşeyi geçebiliyor. Şu noktayı da ilave etmekte fayda var: İnsanın ahlakını, karakterini ve ruh yapısını bozan programları hazırlayanların evvelâ bunu kendi ailelerinde denemesi daha makul olmaz mı? Bu istikamette de bir araştırmaya ihtiyaç var. Fakat insana hayvan muamelesi yapan bazı program yapımcılarının—tabiî ki—aile hayatı varsa…

Avrupa’da başta kilise olmak üzere tüm semavi dinlerin temsilcileri ve Türkiye’de Diyanet bu felâkete karşı ne bir programla çıkıyorlar, ne de tepki gösteriyorlar. Dinlerin varlığıyla, aile, temel insan ahlakı ve insanların ruh sağlıkları arasındaki ilişkileri de papazlara ve imamlara bırakıyorum. Dine hizmet gayesiyle inananlar da topladıkları paralarla bu tahribatı durduracak çalışmalar yapmaları gerekir kanaatindeyiz. Yoksa inananlar da onları yok farz edecekler. Bu bir insanı kurtarma seferberliğidir. Yoksa canavarlar arasında yaşama şansını da kaybedeceğiz… Medyanın gurbete düşmüş insanımız üzerindeki menfi tesirlerinin tarihçesini geçen yazımızda belirtirken Müslümanların “müfsit âletler” vasıtasıyla musibetten musibete duçar olduklarını da vurgulamıştık. Mes’uliyetlerinin gereğini yerine getiremeyen İslâmî medya sahiplerinin ve bazı sivil toplum örgütlerinin “kolaycı” müdafaalara giriştiklerini görüyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*