12 Eylül ve kitap yakmak

Kitaplar can gibidir. Alevler arasında yandıklarında feryatlarını duyardım. Kesme şeker kutusu büyüklüğündeki radyoyu her sabah saat 06.00’dan önce açardım. Radyodan uykulu gözlerle -alışkanlık olsa gerek- müzik ve haberleri dinlerdim. Uykunun müzikle uyumunu yıllardır radyomla yaşardım.

Bu sabah radyonun düğmesini çevirdim. Kalın, kaba hiç beklemediğim bir sesle karşılaştım. Marş mı türkü mü söylediği anlaşılmayan bir sesti bu. Radyo düğmesini çevirdim müzik kanalı aradım. Bütün kanallarda aynı müzik çalıyordu. Radyoyu kurcalamak uykumu kaçırmıştı. Anormal bir durum seziyordum. Marş türkü karışımı müzik bir anda durdu ve saat 06.00 haberleri başladı. İlk haber, “Silâhlı kuvvetler yönetime el koymuştur.” diyordu. Ardından 2 nolu bildiri okundu; “Tüm ülkede Sıkıyönetim ilân edilmiştir. Kardeşlik, ülkenin birlik beraberliği ve kardeşkanı dökülmemesi için yönetime el konulmuştur.” deniliyordu haberde. Yeniden müzik başladı. Hasan Korkmazcan ‘Genç Osman’ türküsünü okuyordu. Her 15 dakikada bir bildiriler tekrar tekrar okundu.

Köydeki öğretmenlerle yakın evlerde oturuyorduk. Meraktan kapı önüne çıktığımda öğretmenler de boş alana toplanmışlardı. Yanlarına gittim. ‘Darbeyi hangi taraf yapmış’ diye konuşuyorlardı. Nefesleri kesilmiş gibi sessiz konuşuyorlardı. Kimse ne olacağını kestiremiyordu. En kötüsü de sıkıyönetim ilân edilmesiydi. Köyde herkes dışarı çıkabiliyordu. İlçede askerler yolları tutmuştu. İlçeye giriş çıkışlar yasaktı. Köy minibüsü ilçeye gitmiş, ilçe girişinden geri döndürülmüştü. Köylüler öğle saatlerine doğru Cuma namazını kılmak için cami avlusunda toplanmıştı. Köylüler sessiz, kimsenin duyamayacağı şekilde ikişerli guruplar halinde konuşuyorlardı. Korku güneşin ışıkları gibi her şeye sinmişti. Yüksek sesle konuşanlar ise “her şeyde bir hayır var.” diyorlardı.

İhtilâl olalı 4 gün olmuştu, ama hâlâ netleşen bir şey yoktu. Her şey bulanıktı. Ne iyi ne de kötü bir haber alınamıyordu. Biz öğretmenler merak ve endişeyle olacakları bekliyorduk. Akşam karanlığı yeni çökmüştü ki kapımız birkaç kez üst üste çalındı. Kapıyı açtığımda karşımda jandarmalar, köy imamı ve muhtar vardı. Jandarma komutanı, “Millî güvenlik kurulunun emridir. Silâhınız varsa hemen teslim ediniz. Yoksa arama sonunda silâh bulunursa cezası çok büyük olur.” dedi.

Silâhımın olmadığını söyledim. Komutan, imamın koltuğu altında bir beze sarılı kutu gibi bir şeyi parmağıyla gösterip “öyleyse madem silâhım yok diyorsun Kur’ân üzerine yemin et.” dedi. Elimi Kur’ân’ın üstüne basarak “silâhım yok.” dedim. Askerler evimden ayrıldılar. O gece sabah aydınlanana kadar diğer köydeki evler de aranmış ve o gece yaklaşık 15 silâh toplanmıştı.

Sabah saatlerinde öğretmenlerle yine bir araya geldik. Bir öğretmen arkadaş, sesini kısarak kimsenin duymayacağı bir ses tonuyla “Komşu köylerde evleri tek tek aramaya başlamışlar.” dedi. “Üç öğretmen kitaplığında yasak kitap bulundurduğundan dolayı ordu komutanlığına götürülmüşler ve kimse öğretmenlerden haber bile alamıyormuş” diye ekledi. En kıdemli öğretmen, “arkadaşlar, askerler evimizi aramadan kitaplarımızı ya toprak altına gömelim ya da gaz yağı döküp yakalım” dedi. Toprağı kazıp kitapları yer altına gömmenin uzun ve zor bir iş olduğunu söyleyip: “En iyisi kitapları gaz yağı ile yakalım.” dedi. Köyün dışında boş bir alana kitapları topladık üzerlerine gaz yağı dökerek yakmaya başladık. Kimse şüphelenmesin diye belli aralıklarla kitap yakmalarımız devam etti. Kitap yakmamız yaklaşık üç gün sürdü. Üniversiteye hazırlananlar, lisede okuyan öğrenciler de korkmuş olacaklar ki, kitaplarını çuvallara doldurarak boş alana getirdiler. Yaktığımız ateşe kitaplarını attılar. Ateşe atılan kitaplara bakıyordum. Sanki her biri bir can gibi beni kurtar diye seslerini duyar gibi oluyordum. Ateşe atılan kitaplara tek tek göz atıyordum. Kıdemli öğretmen, “Asker köye gelmeden yakma işi bitmeli” diyordu.

Sağlık Ansiklopedi ciltleri, Kerime Nadir’in aşk romanlarını ve Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun kahramanlık romanlarını önce yaktık. Dünya klâsiklerinden Suç ve Ceza, Sefiller, yüzlerce dünya klâsiklerini, şiir kitapları, dinî kitaplar, ilmihaller ve çocuk romanlarına kadar her çeşit kitabı ateşe atıyorduk. Kitaplar saman alevi gibi yanıyordu. Büyük bir kavak ağacından bir dal kopardım. Kitapların bir an önce yanması için ateşi karıştırdım, alev birkaç metre gökyüzüne yükseldi.

Öğretmen arkadaşa, “Ansiklopedileri niye yakıyorsun?” dedim. Öğretmen arkadaş: “Ansiklopedilerin hâlâ beş taksiti var; ama ne olur ne olmaz. Belki yanlış anlaşılacak bir şeyler bulurlar.” dedi. Müdür yetkili öğretmen “Komşu köyde ev araması sonucunda roman ve şiir kitapları sakıncalı bulunmuş. Askerler ev sahibini alıp götürmüşler. Nereye götürüldükleri de belli değilmiş” dedi. Bütün öğretmenler bir ağızdan evde bir kâğıt dahi bırakmayacaklarını söylediler. İkinci Sınıf öğretmeni, “Kitapların içini şeytan doldurur” dedi ardından da “Aylar önce komşu köyde oturan bir lise öğrencisi şehirde alış veriş yapmaya gitmiş. Ana cadde üzerinde siyasî bir gurup tarafından eline bir bildiri tutuşturulmuş. Öğrenci korktuğu için bildiriyi kitaplarının arasına koymuş ve orada unutmuş. Asker, arama sırasında bildiriyi bulmuş ve öğrenciyi örgüt suçundan cezaevine götürmüş. Onun için hepsini, kâğıt olan her şeyi yakın.” diye ekledi.

Sonra da “Kitapların, kâğıtların başıma bir şeyler getireceğinden korkuyorum. Ateş kitaplarımı yakmış, korku hafızamı” dedi. Köye her gün fısıltı şeklinde yeni bir haber geliyordu. Tutuklanan çoğunun suçu sakıncalı kitap bulundurmaktı. Kitabın suçu silâhın önüne geçmişti. Asker korkusu kitapları öcü gibi yer altlarına veya ateşlere atıyordu. Kitap şamar oğlanı olmuştu. Okunan haber bültenlerinde, “Kardeş katilleri, teröristler kitap okuyarak kötü insan oluyor” deniyordu. Okumanın bilgilenmenin bu kadar tehlikeli olduğunu yeni anlamıştım. Şimdiye kadar okuduğum kitaplar için kendime kızıyordum. “Niye kitap okudum ki!” diyordum kendi kendime. Demek asıl suç kitap okumakmış. Ya şimdiye kadar okuduklarım ne olacak? Onları beynimden hafızamdan silmeliydim. Dağ başında bir çoban köpeği gibi olan-bitenden habersiz yaşamalıydım.

Oysa okumanın eski bir ağacın kökleri gibi insan iradesinin kökleşmesini sağladığını biliyordum. Ama iradeler bugün yok sayılmıştı. Herkes ve her şey susmuştu. Ateş ve korkuyla yakılan kitapların alevi beynime sıçramıştı. Geleceğimin hayat suyu, yakılan kitaplarla kesilmişti. Bilgim, okuduklarım bir akrep gibi canımı dişliyordu. Yakılan kitaplarla geçmişimin ve geleceğimin yandığını görüyordum. Kalbimden gözlerime akan gözyaşları yanan kitaplardaki alevleri söndürmeye yetmiyordu. 12 Eylül askerî darbesiyle herkeste bir şeylerin yandığını, küle dönüştüğünü gördüm. Benim de kitaplarla beraber hafızam ve beynim yandı. Korku silâhı, sıfır eleman gibi girdiği her yeri ve her şeyi olmamış gibi yok saydı.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*