Kalbe dair bazı bilinenler ve bilinmeyenler

Kalbimiz, sadece bir çam kozalığı veya bir yumruk büyüklüğünde bir et parçasından mı ibarettir? Veyahut vücut denilen fevkalade büyük san’at eserinin lokomotifi hükmünde olan bir hayat merkezi midir? Kalpte neler olup bitiyor? Faaliyet alanı nedir? İnsan vücudunda olan konumu ve etkisi nelerdir? Bütün bunları yakından öğrenmeye devam etmek ister misiniz?
Kalbe dair bu hassas noktaları araştırmak ve bazı önemli ilmî tespitlerde bulunmak bizden; okuyup öğrenmek ve kendinizi daha yakından tanımak da sizden olsun.
Kalbin yaratılışı ve içindeki muazzam sistemli düzen, akıllara durgunluk verecek derece mükemmeldir. Kalb sürekli çalışan bir organ olduğundan kasları çok güçlü yaratılmıştır. Dolayısıyla diğer organlardan daha fazla oksijene ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacı yine düzenlenen bir sistem sayesinde çözülmüştür. Akciğerlerden kalbin sol bölümüne gelen kan, vücuda gelen en bol ve temiz oksijenli kandır.

Geçmiş yıllarda bir bilim-teknik dergisinde okumuştum; kalbin kasları o kadar güçlüdür ki, her bir nabız atmasında, bir insanı 20 metre havaya fırlatacak kadar enerji sarf etmektedir, deniliyordu. Haddiz-zatında durum böyle olmazsa şayet, o devasa uzun damar ağlarından bütün vücuda kan nasıl ulaşsın ve nasıl dolaşsın?

Ne var ki kalbin bu enteresan hareketi ve çalışma sistemi, o kalbi taşıyana hiç hissetirmediği gibi, herhangi bir sarsıntıya veya rahatsızlığa da mahal vermemektedir. İnsan uyuduğu zaman göz, kulak, burun hatta beyin ve diğer organlar uyku moduna girdiği halde, kalp motoru, yaşama hizmet etmeye ve çalışmaya devam eder.

Kalp ve kan birbirini tamamlayan iki unsurdur. Bu kan dolaşımı, varlığımızın ilk temelinden başlamak üzere, aşama aşama vücudumuzun gelişmesi ve gerekse yaşamın devamı için, olmazsa olmaz faaliyetlerden biridir. Bu kan dolaşım sistemi vücudumuzun en uç noktasına kadar döşenmiş kılcal ve diğer damar ağları üzerinden icra edilmektedir. Buna ayrıca lenf dolaşım sistemini de ilâve etmek gerekir.

Bir insanın vücudundaki damar sistemi dünyanın çevresini 2.5 defa dolanacak kadar bir uzunluğa sahiptir. Bu da yaklaşık 100 bin kilometre etmektedir. Zira dünyanın tam orta yerini işaret eden ekvatorun uzunluğu, 40 bin kilometredir. Başka diğer bir kaynakta, lenf dolaşımındaki, kılcal damarlardan daha ince damarlarını da hesaba katarak, bu damarların uzunluğu, 150 bin kilometre olarak ifade edilmiştir. Hakikaten bu kadar devasa damar sistemindeki bu muazzam milimetrik ölçülerle tanzimi ve dizaynı, sadece hayretle ve şükranla karşılanmalıdır.

Bu kanın vücuda pompaladığı en önemli damarlardan olan aort atardamarından, koroner atardamarlar denilen iki damar çıkar. Bu damarlar diğer damarlar gibi vücuda gitmez, geriye kalbe döner. Böylece en bol oksijene sahip kan, başka hiç bir yere uğramadan doğrudan doğruya kalbe ulaştırılır. Kroner damarlarda da yine muazzam bir döşenme ve dizayn edilme planını görüyoruz.
Bu damarlar kalbe doğru giderken, birbirleriyle ara bağlantılar yaparlar. Bu bağlantılar damarlardan birinin tıkanması halinde, alınan bir tedbir sigortası hükmündedirler. Damarlardan biri tıkanırsa, kan diğer açık damarlardan yoluna devam eder ve kalbe ulaşır. Görüldüğü üzere kalbi besleyen damarların hiç bir tesadüfe yer bırakmaksızın bir üst akıl, yani yüce yaratıcı tarafından planlandığı anlaşılmaktadır
Kalp rahatsızlıklarının başında gelen bu damarların yağlanması sebebiyle tıkanması gelmektedir. Aşırı ve yanlış beslenme ve hareketsiz bir hayat; kandaki yağın yakılmasını engeller ve kandaki yağ miktarı artmaya başlar. Buna “Lipid ve kolesterolün yüksekliği” denir. Yağlanmanın artması nedeniyle zamanla kalbi besleyen kroner damarların harabiyetine ve tıkanmasına sebep olur.
Hafızada gerileme, kulak çınlaması, baş dönmesi; daralan veya tıkanan damarların habercisi ve işaretlerdir. Yine yüksek tansiyon, felç ve kalp krizi bu damar tıkanıklıklarının sonucudur. Damarlar enerji kaynağımız olup, yaşam gücü dediğimiz elementler, besleyici proteinler ve oksijen bu damarların içinden, en ücra köşedeki hücrelere kadar taşınmaktadır.
Her insan 50 yaşına vardığında, vücudunda yaklaşık 5 kilogram kadar kolestrol tabakası birikir. Bu kolesterolün birikmesi, damarlar lümenterini (yani içlerinde kanın aktığı boşluk) 4-5 kat daraltır.
Tıkanan damarlar, ya balon veya stent denilen alet takılmak suretiyle veya bypass ameliyatıyla, kol veya bacaktan alınan damarlarla tıkanan damarlar değiştirilmek suretiyle tekrar normal kan dolaşımı temin edilmiş olur.
Kan basıncı ile ilgili olarak bir de tansiyon hastalıkları vardır. Bu şikayetlerle doktorlara müracaat eden bir hastanın öncelikle kalp damar hastalıklarının tanısı için kullanılan kalp grafiği (EKG) ile tesbit edilir ki, bu kalbin kasılması sırasında ortaya çıkan elektriksel aktivitenin grafiksel olarak kayıt edilmesini sağlayan bir cihazdır. Kalp atımı olarak da bilinen atriyum ve ventriküllerinin kasılması ve gevşemesi sırasında zayıf bir elektriksel aktivite oluşur. Tansiyon düşüklüğü veya yüksekliği başta kalp olmak üzere hem damarları, böbrekleri ve bütün organları olumsuz etkilediği gibi; ölüme bile götürür. Normal sağlıklı bir insanda büyük tansiyon 120 mm, küçük tansiyon 80 mm, dır. Büyük tansiyon tehlikeli olduğu gibi, küçük tansiyonun yukarı çıkması daha da bir tehlike arz eder.
Kalbten vücut dokularına yayılan kan basıncına büyük, dokulardan vücuda dönen kirlenmiş kanın basıncına küçük tansiyon adı verilir.
İnsan bedeni ile o bedenin her organına hatta her zerresine yerleştirilen muazzam sa’nat eserlerinden ve ince zarif ve hassas düzenden hareketle; Allâh’ın kudretini, ilmini ve iradesini müşahede etmek ve takdirkarane hamdetmek her aklı selim bir insanın en önemli vazifesi olmalıdır. Organlar arası bağlantılara ve yek diğerinin tamamlayıcısı ve yardımına koşmasında da, hakeza hikmetle ve ibretle bakılmalıdır.
İşte onlardan en önemli olanlarından biri de Akciğer ile kalb, yani solunum ile dolaşım sistemleri arasındaki bu görev bağlantısında görüyoruz.
Evet, insan bedeni bütün hârika sistemleriyle doğrudan doğruya Allah’ın muhteşem bir sa’nat eseridir. Solunum sistemi de onlardan biridir.
Solunum sistemi kabaca nefes borusu, bronşlar, bronşcuklar ve akciğerlerden meydana gelir. Ağız ve burun yoluyla nefes borusundan içeri giren hava akciğerlere gider. Hava ise, oksijen ve azot atomlarından teşkil edilmiştir. Cenab-ı Hak, oksijen ile karbon atomları arasına şiddetli bir münasebet vermiştir. O iki element birbirine yakın oldukları zaman, hemen birleşirler ve karbondioksit haline gelirler.
Toplar damarlar ile kalbe taşınan ve oradan da akciğerlere pompalanan kirlenmiş kandaki karbon maddesi, solunum yoluyla aldığımız havadaki oksijenle akciğerlerin hava keseciklerinde buluştukları zaman birleşirler ve karbondioksit haline gelirler. Bu birleşmeyle, hem kandaki karbon alındığı için kan temizlenmiş olur, hem vücut ısısı temin edilir, hem de karbondioksit halindeki kirlenmiş hava dışarı atılırken, ağızda kelime meyvelerini vermiş olur. Al sana ibretlik acaip muhteşem bir mucizeler zinciri…
Her insanda ortalama vücut ısısı otuz altı buçuk derecedir. Bu ısının temini nefes alınırken gerçekleşir. Çünkü, kandaki karbon atomu ile alınan nefesteki oksijen atomunun iki ayrı hareketleri vardır. Akciğerlerde buluşan ve birleşen her iki elementin atomları tek bir hareket ile hareket etmeye başladığı zaman, bir hareket açığa çıkar. İşte, o açığa çıkan hareket vücut ısısına dönüşür.
Ayrıca yediğimiz ve içtiğimiz gıdaların vücut organları nezdindeki paylaşım ile dağılmasındaki harika düzene bakmak lâzımdır. Bu hususta Bediüzzaman’ın yaptığı ilmî tesbitler gerçekten kayda değerdir şöyle ki;
“Evvelâ insanın vücuduna bak. Nasıl tavırdan tavıra, yani nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan et ve kemiğe, et ve kemikten insan suretine bir kasd, bir irade altında mahsus (özel) kanunlarla, muayyen nizamlarla, muntazam hareketlerle intikal ettiğini ve kalıbdan kalıba girip çıktığını gör. Sonra insanın bekasına dikkat et. İnsan, bu vücud libasını her sene değiştirir. Bu vücud değişmesi, bedendeki hüceyratın (hücrelerin) yıkılıp yapılmasıyla olur. Bu tamirat da, bütün a’zânın (organların) erzak mahzeni (deposu) hükmünde olan, Cenab-ı Hakk’ın özel bir kanunla hazırladığı o madde-i latîfeden alınan cüzlerle yapılır. Sonra o madde-i latîfenin ahvaline bak. Nasıl a’zânın ihtiyaçlarına göre muayyen bir kanun ile taksim edilir ve bedenin her tarafına mahsus bir nizam ile muntazaman dağıtılır. Yine şâyan-ı dikkattir ki; o madde-i latîfe, dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılabdan geçtikten sonra ve dört süzgeçten tasfiye edildikten sonra, rızık olarak taksim edilir. Hem yine şâyan-ı dikkattir ki; o madde-i latîfe, yemeklerin ruhu ve hülâsasıdır. O yemekler, âlem-i anasırda (elementler aleminde) dağınık menbalardan muntazam bir düstur ile, mahsus bir nizam ile cem’ (toplanır) ve tahsil edilirler.
İşte bütün bu nizamlar, bu kanunlar, bu intizamlar; hep bir kasd, bir irade, bir hikmetten çıkıyor. Evet meselâ Habib’in gözünde yerleşen bir zerrenin, unsur-u havadan veya unsur-u türabdan (topraktan) o garib, acib tavırlarda, inkılablarda yaptığı muntazam hareketinden anlaşılır ki; o zerre, toprakta iken, Habib’in gözüne tayin edilmiş ve bir memur gibi mahall-i memuriyetine muntazaman i’zam kılınmıştır (yükseltilmiştir.)
Evet fennî bir nazarla dikkat edilirse anlaşılır ki, o zerrenin hareketi, körükörüne, tesadüf eseri değildir. Çünki o zerre, hangi mertebeye girerse, o mertebenin nizamına tâbi’ olur. Ve hangi bir tavra intikal etmiş ise, onun muayyen kanunuyla amel etmiştir. Ve hangi bir tabakaya misafir gitmiş ise, muntazam bir hareket ile sevkedilmiştir.”(1)
Yükarıdaki bilgilere daha açık bir ifadeyle değinmek gerekirse; kâinatın küçültülmüş bir örneği olarak yaratılan, maddi ve mânevi âlemlerin bütün özelliklerini içinde barındıran insandaki duygu ve organlar, kâinata konulan sistemlerden aşağı değildir. Belki o intizam ve nizamlardan daha dikkat çekici ve ibret vericidir. Her bir organda göz kamaştıran hârika nizamlar, o nizamı koyan Nâzımı ve Yüce bir Yaratıcıyı gösterir.
İnsan bedenini, âlemin her tarafında dağınık bir halde bulunan elementleri bir nutfe suyunda toplayarak, bir sperm hücresiyle bir yumurtadan yaratan Yüce Kudret, o bedeni hücre bazında sürekli ölüm ve dirilişe mazhar eder. Her sene kısmen, altı senede tamamen o vücudu yeniler. Her saniye milyonlarca hücre ölür ve onların yerine yediklerimizden yeni hücreler inşa edilir, yaratılır.
Besinleri teşkil eden zerreler, Allah’ın tayin ettiği hususi kanunlar çerçevesinde insan bedenine girerler. Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi: “Sonra, aynı tarz ve belli bir nizam ile ve özel düsturlar ile rızık olarak bir bedene girip, o beden içinde dört mahbahta (mutfakta) pişirildikten sonra ve dört acip inkılâpları geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra, bedenin aktarına (her tarafına) yayılarak, bütün muhtaç olan âzâların (organların) muhtelif ve ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre, Rezzak-ı Hakikinin inayetiyle ve muntazam kanunları ile inkısam ederler (yani paylaşılıp dağıtılırlar.” (2)
Burada bahsi geçen dört mutfak ve dört süzgeç meselesi gerçekten çok ilginçtir. Din ilimleri ile birlikte bu asrın bütün modern fenlerini de derinlemesine inceleyip vukûfiyet kazanan Bediüzzzaman, bu sözleri rastgele değil bilerek sarf etmiştir. Çünkü, besinlerin ilk girdiği birinci mutfak olan ağızda, sindirimin ilk safhası başlar. İkinci mutfak mide fabrikasıdır. Salgıladığı hormonlar, enzimler ve asitlerle gıdaları iyice macun haline getirir. Üçüncü mutfak otuz santimetre uzunluğundaki on iki parmak bağırsağıdır. Safra kesesinden ve pankreastan gelen salgılar ve kendisinin salgıladığı mukus ile besinler burada, moleküllerine kadar ayrışmaya tâbi tutulur. Dördüncü mutfak ince  bağırsaktır. Mideden çıkıp on iki parmak bağırsağında kimyevi muamelelerden geçen ve kimus adı verilen bulamaç halindeki besinler, ince bağırsaktaki kuvvetli kasların dakikada on ile on iki defa kasılma hareketleri ile  iyice parçalanır ve atomlarına kadar ayrışır. İnce bağırsak yedi metre uzunluğundadır.
İç yüzeylerinde yarım milimetre boyundaki beş milyon villus bulunur ki; bu villus adı verilen yapılar bir çeşit tüydür ve besinlerin emilim ile kana geçmesini sağlar. Bu uzantılar sayesinde öğütülmüş olarak gelen besinlerin faydalı kısımları emilerek kana verilir. Villus ince bağırsağın iç yüzey alanını genişleterek daha fazla maddenin emilimini mümkün kılar.
Villuslar bağırsağın emilme oranını yüz kat arttırır. Her bir villusta bulunan bir mikron uzunluğundaki çıkıntılar da yirmi kat arttırır. Bu yüzden ince bağırsağın besinleri emme yüzeyi beş yüz elli metrekareye ulaşır. Emme vazifesini de beş milyon civarındaki villuslar gerçekleştirir. Şu hârika sistemdeki ince hesaplamalar hangi tesadüfle veya hangi tabiatla izah edilebilir?

HER ŞEY SENDE GİZLİ

Yerin seni çektiği kadar ağırsın,
Kanatların çırpındığı kadar hafif..

Kalbinin attığı kadar canlısın,
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç…

Sevdiklerin kadar iyisin,
Nefret ettikleri kadar kötüsün…

Ne renk olursa olsun, kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin..

Yaşadıklarını kâr sayma;
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; ne kadar yaşarsan yaşa,

Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar.
CAN YÜCEL

Dipnotlar
(1) İşarat-ül İ’caz, s.56
(2)Sözler s. 524

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*