İnsandaki duygular

İnsan sadece maddeden ibaret değildir. İnsanın moral yönü ve manevî yapısı ise harikadır. Bediüzzaman’ın bu konudaki tesbitleri de dikkate değer: “Nasıl ki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın lâtifeleri ve duyguları dahi Rezzâk-ı Rahîmden rızıklarını isterler ve müteşekkirâne alırlar.” (Şuâlar, s. 277)

İnsanda inanma duygusu yaratılıştan mevcuttur. Hayat, iman ile istikamet bulur. İnsan şerefli bir varlık olduğu için, daima hakkı ve hakikati aramaktadır. İnsandaki bütün duyguları hayatı boyunca arayış içindedirler. Bu duygunun özünde iman cevheri vardır. İnsanın yaratılış amacı Kur’ân’da “Allah’ı tanımak ve ibadet etmek” olarak özetlenmektedir. Söz konusu âyetten hareketle Bediüzzaman şunlara işaret etmektedir:

“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir.” (Şuâlar, s. 166) İşte ancak böyle bir “İmân, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi imân ve duâdır.” (Sözler, s. 502)

İnsanın, genellikle bir dine bağlılık ihtiyacını yaratılıştan getirdiği kabul edilir. İnsanlığın dinsiz yaşayamayacağı şeklindeki hüküm, bu esastan çıkarılmıştır. Bediüzzaman insanlığın “medeniyet fenlerinin” ikazlarıyla uyandığını, intibaha geldiğini ve mahiyetini anladığına işaret ederek, “Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur” der.

Hak dinden uzaklaşan fert ve toplumların içine düştüğü durumlara bakılırsa bu gerçekler daha yakından görülür. İnsanlığın başında maddî ve mânevî kıyametlerin koptuğunu ve hayvanların en bedbahtı ve en perişanı oldukları anlaşılıyor. Şu andaki İslâm dünyasının içine düştüğü feci durum bu gerçeği yansıtmaktadır.

Kısaca, “Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hadiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını hissetmiş. Ve insan, acip cemiyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış. Belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular mahiyetinde var.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 328-329)

İnsanlığın sonsuz âcizliği ile birlikte sınırsız musîbetlere ve düşmanlarına karşı dayanak noktası; fakirliğiyle birlikte sınırsız ihtiyaçlarla karşı karşıya olan ve sonsuz isteklerine yardım edecek imdat noktası, yalnızca Allah’ı tanıyıp iman etmek ve ahireti tasdik etmekten başka çaresi yoktur. Yani insan sadece bu kısacık, fırtınalı dünya hayatı için yaratılmamıştır. Belki ebede uzanmış istekleri, ebedî yaşamayı gerektirmektedir.

Kendi kendine ulûhiyet dâvâsında bulunan Firavunlar, Nemrudlar, Budalar vb. yaratıklardan hiçbir şey tapılmaya lâyık olmadığı gibi, her şeyin Allah’ın yaratığı olmak bakımından birbirine karşı üstünlük hakları da yoktur.

Bu sebeple insanın mutlak bir Allah inancına bağlı olması zorunluluğu vardır.

İslâm’da iman ile akıl birbirini inkâr etmeyen değerlerdir. İman akıldan, akıl da imandan ayrı düşünülemez. Çünkü iman aklın kullanılmasıyla yapılan bir tercihtir ve Allah’ın bir teklifidir.

Aklın imanı kabul edip etmemesi onun tercihine bağlıdır. Fakat insan, iman veya inkâr şeklinde yaptığı tercihin sorumluluğuna ve sonuçlarına da katlanmak zorundadır.

Üstad Said Nursî’nin belirttiği gibi İslâm’ın hiçbir meselesi yoktur ki, akla aykırı olsun. Yine ona göre, “akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.”tir. (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 330)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*