Evimizde sarık var mı?

Bizlerin ona ümmet olmayı en yüksek şeref kabul ettiği Kâinatın Efendisi olan Habibullah’ın (asm) başında sarık vardı.

Bizlerin onlara tâbi olmakla iftihar ettiği büyük halifelerin, imamların, müçtehidlerin ve büyük sultanların başı sarıklıydı.

 

Bizlerin onlara evlât olmakla övündüğü ecdatlarımızdan Selâhaddin–i Eyyübî, Sultan Alparslan, Celâleddin–i Harzemşâh, Osman Gazi, Sultan Fatih, Yavuz Selim, Kànunî Süleyman, Barbaros Hayreddin… gibi binlerce kahramanın başında da sarık vardı.

Ve nihayet, evvelâ şeâir hükmüne geçen bu Sünnet–i Resûlullah’a iktida ile koca ümmeti vebâlden kurtaran; sâniyen, ecdadımızı temsil ettiğini “devrin şapkalı ekâbirleri”nin yüzüne haykıran Bediüzzaman Hazretleri, başında daima sarıkla gezerdi.

Bediüzzaman, cebrî kànunlarla sarık yasaklanmış olmasına rağmen, o mahkemeler ve resmî dairelerde dahi başındaki sarığı çıkarmadı, çıkarttırmadı.

Sarığını zorla alıp başına şapka geçirmek isteyenlere ise, boynunu göstererek “Bu sarık, bu başla beraber çıkar!” diyerek, nihaî bir kararlılık içinde nihaî sınırı gösterdi.

Böyle yapmakla, bir taraftan da bu vatanda yaşayan ümmetin milyonlarca efradını ağır bir vebâlden kurtarmış oldu.

Zira, şeâir hükmünü alan İslâmın âdet ve alâmetlerinin yaşatılması bir “farz–ı kifâye” nev’inden olup, ümmetin üzerinde bir vecîbedir.

1925’te sarığın yasaklanıp şapkanın mecburi tutulmasından sonra, bu mesele nihayet derecede ehemmiyet kazanmıştı. Habibullah’ın (asm) şeair hükmündeki sarık sünneti, bütünüyle terk edilmemeliydi. Birinin bunu başının üstünde yaşatması gerekiyordu.

İşte o birisi, Hazret–i Bediüzzaman oldu. Hem de, bilhassa yasaktan sonra boynuna ikinci bir sarığı dolayarak, İslâmın vakarını ve imânın sarsılmaz kuvvetini cümle âleme ilân etmiş oldu.

Evet, o hazret sarık uğrunda belki büyük sıkıntılar çekti ve çok ağır bedeller ödedi; ama, asla tâviz vermedi.

Bu sayede, pek mühim bir merhale kat edildi. Sarık üzerindeki baskılar büyük ölçüde gevşedi, durdu. Sarığı alenî şekilde giyenlerin sayısı da günden güne artmaya başladı.

Sarık yasağı kànun nazarında halen devam ettiği için, bu sünnetin dışarıda ve alenî şekilde yaygınlaştırılması, henüz mümkün görünmüyor. Tedbir ve ihtiyatı elden bırakmamalı.

Ama bu durum, sarığı evimizde, hususî mekânlarımızda ve bilhassa ibadet esnasında kullanmaya mani değil.

Dolayısıyla, her birimizin hanesinde Resûl–i Ekrem’in (asm) sünneti olan sarığın bulunması gerekir.

Özellikle namaz kılarken, sarığın bir ucunu sarkıtarak sarmamızın aynı zamanda bir Peygamber tavsiyesi olduğunu bilmemiz icap ediyor.

Bir Hadis–i Şerifte: “Sarık sarınız, bir ucunu salınız. Gördüğüm melaike, bu sûrettedir” diye buyruluyor. (Beyhakî, Şuâb–u Îmân, c. 5/176)

Sarıkla ilgili daha başka sahih rivâyetler de var. Bilhassa, Bedir Muharebesinde Peygamber ordusuna yardım eden binlerce melâikenin tamamıyla sarıklı olduğu rivâyeti, birçok kaynakta yer alıyor.

Neticede, bu bir Peygamber sünnetidir ki, onu yaşamak, yaşatmak ve ihyâ etmek gibi bir mükellefiyetimiz var.

Dışarıda sarıkla dolaşmanın birtakım sıkıntıları, engelleri var; bu mâlûm. Ancak, bu sünneti evimizde ve hususî hayatımızda yaşamanın bizzat kendimizden başka hiçbir manisi, hiçbir engeli yoktur.

Üstad’ın sarık hassasiyeti

Bilhassa Üstad Bediüzzaman ve has talebelerinin nihayet derecede ehemmiyet vermesiyle, hemen umum Nur Medreselerinde cübbenin yanı sıra sarık da bulunur. Bu nokta, iç dünyamızı ferahlatan, ümidimizi arttıran, şevkimizi kamçılayan bir mürüvvet, bir mazhariyettir.

Peki, ya evlerimiz ne durumda?

Nur Talebeleri açısından, bu husus da fevkalâde önemlidir.

Zira, herbir Nur Talebesinin hanesi, aynı zamanda hususî bir “Medrese–i Nuriye” hükmünde olması gerekiyor. (Emirdağ Lâhikası, s. 72, 343, 445)

“Herbir adam—eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa—kendi hanesini bir küçük medrese–i Nûriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç dört zat birleşsin; ve bu heyet, bulundukları haneyi küçük bir medrese–i Nûriye ittihaz etsin.” (Age, s. 101)

Bu ifadeler, bir Nur Talebesi için başka söze hacet bırakmayacak derecede açıktır. Hanelerinde Nur Risâleleri bulunmalı, Nur dersleri yapılmalı ve mümkün olduğunca Sünnet–i Seniyyenin ihyasına çalışılmalı.

Zira, Sünnet–i Seniyye Risâlesinde de hususiyetle nazara verildiği gibi: “Fesâd–ı ümmetim zamanında, kim Resûlullah’ın sünnetine temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevâbını kazanabilir.”

Elhasıl: “…Evet, Sünnet–i Seniyyeye ittibâ, mutlaka gayet kıymettardır. Hususan bid’aların istilâsı zamanında Sünnet–i Seniyyeye ittibâ etmek, daha ziyade kıymettardır. Hususan fesâd–ı ümmet zamanında Sünnet–i Seniyyenin küçük bir âdâbına mürâât etmek, ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor. Doğrudan doğruya Sünnete ittibâ etmek, Resûl–i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı hatıra getiriyor. O ihtardan, o hâtıra, bir huzur–u İlâhî hâtırasına inkılâp eder.” (Lem’alar, s. 55)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*