Dünyamız arınırken

Son çeyrek yüzyılda, olup bitenler hakkında söylenenleri iyi hatırlıyorum.
Ortak bir kanaate aynı sözlerle milyonlarca ağızdan tek mana: “Bu böyle gitmez!” Tecrübe ile cemiyeti derinlemesine tetkik edenler, şirazenin bu denli dağıldığını hiç görmediklerini söylüyorlardı. Ümidin yeisin elinde bu kadar hırpalanmadığını ve endişeli insanların bu kadar yorgunca başlarını yastıklarından kaldırmadıklarını… İnsanlığın böyle dehşetli boyutlarıyla tüm değerleriyle çürüme illetine tutulduğunu… Nazenin hürriyet ve demokrasinin iffetiyle zorba diktatörlerin böyle alçakça oynadıklarını ve serbestiyete koşan halkların, insanlık karşıtı sermaye gruplarınca yeniden tutsak alındığına bu güne kadar rastlamadıklarını söylüyorlardı.

Evet, ne insanlık dayanabildi bu hunharlığa ve ne de dünyamız… Ve mülkün sahibi koronayı gönderdi. Bazılarına göre öncü birliklerdi, cebbar ve kudretli orduların habercileri. İşte bildiğiniz gibi, üç ay zarfında azılı insaniyet düşmanlarını zap-u rapt altına aldı. Deccaliyet ve süfyaniyet temsilcilerinin yürekleri ağzına geldi ve kendilerini modern mahzenlerine kilitlediler. Yaratılmışların en güzeli ve en kutsalının iffetini pazarlayarak dünyanın büyük servetine konanlar, korkak adi mahlûklarca deniz sahillerinden, sefahethanelerden ve gayri insani eğlence merkezlerinden, arkalarına bakmadan kaçtılar… Deccaliyet, inşa halindeki sarayının çatısını çatmaktan bahsederken, modern Bolşevikler “Yeni İrem bağlarının” kapılarını açmaya hazırlanırken ve global dinsizler dünya hakimiyetlerini tam da ilan ederken, çıkageldi Çinli korona.

Bütün mesele bakış açısı değil mi? Altın ve elması taştan ayıramayana mücevherler ne yapsın ki… En ihtişamlı saraylarda, mükellef ziyaretlerde ve sevdiklerinin meclislerinde, akıllarıyla oynayıp mutlu hallerine feryad-u figan edenlere davet sahibi ne desin ki… İnanmak veya inanmamak… İşte düğüm burada. Önce insanı, sonra çevreyi ve daha sonra bütün sarayları davetlileriyle tanımak veya tanımamak.

Belki de mesele yaratıcıya zamanın düzgün aynalarından bakabilmek. Benim gibi görmesi zayıflayanlar, sağda-solda görünen gözetleme kulelerine de girebilirler. Atom altı partiküllerden ta dünyamızdan bin defa büyük güneşlere kadar. Hayali müşahedesiyle buralara seyahat edenler; çekirdek ile ağacın, big bang ile mevcut kâinatımızın ve âlem ile insan arasındaki mesafenin ne kadar kısa olduğunu bizzat göreceklerdir.

İsterseniz külli veya bütüncül yaklaşım diyelim, isterseniz global düşünce veya her meselede parça ile bütünü bir çerçevede hayal eden cihan şümul–küresel telakki ismini koyalım, bu tarz-ı telakkiye. Bir şey değişir mi? Bizi şu boyutlara zorlayanın korona olduğunu elbette biliyoruz. Dünyamızın hem sübjektif boyutlarında ve hem de fiziki alanlarında değişimin kapılarını öyle radikalce araladı ki… İnsanlık koro halinde her gün binlerce defa tekrarlıyor: Her şeyi yeniden tanımlayacağız. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…

Dünyamızı bu noktaya günahlarımızla getirdiğimizi itiraf ediyoruz. Ortada bu kadar itirafçı olacağını tahmin edememiştik. Çoğu tahripkârların nedamet ile tövbeye yönelmeleri, şu koronalı günlerin en güzel manzaraları olsa gerek. Bu manzaradan keyiflenenlerin de; yaratıcıya isyanlarıyla gadap ve öfke dolu felâketlere muhatap kavimlerin peygamberleri edasıyla, insanlığın değerleri için savaşanlar olmalı. Zincirlere bağlansaydılar, aç canavarlarca insanlığımıza saldıracakların; morfin yemiş canavarcıklar gibi köşelerindeki büzülüşlerini hayret dolu bakışlarla inceliyorlar, kahramanlarımız. Fakat endişe devam ediyor: Ya şu korona korkusu ve korkudan imal edilmiş morfinin tesiri kaybolursa… Dünyalarında bin bir düşünce ve projeyle akşamlayıp sabahlıyorlar. Bu arınma mevsiminin biteviye devamını belki de bunun için istiyorlar. Üç ayların sonundaki bayramları öteleme arzuları da buradan geliyor. Nafilenin kazası olur mu? Nice on yıllardır bu kutsi zamanlarda itikâfa girmeyenler, koronanın açtığı kapıdan girip üç aydır kazalarını eda ediyorlar. Ramazan-ı Şerife hürmetsizce, ibadet vaktinde metropol ve sahilleri dolduran milyonları, artık oruçlu ve seccadeleri ellerinde mabet yolunda görüyorsunuz. Bu manzara onlara duyduğumuz öfkeyi de azalttı. Arınan dünyamız mı, insanlık mı veya Müslümanlar mı? Belki de her şey arınıyor… Marmara denizindeki yunuslara, İstanbul meydanlarını dolduran güvercinlere, kuşlara, balıkçı tezgâhından balık kaçıran martılara ve her gün biraz daha masmavi kesilen gökyüzüne bakanlar; arınmanın bütün boyutlarda devam ettiğini mırıldanıyorlar.

Bediüzzaman’ın eserlerindeki insan, dünya ve kâinat ilişkisini okuduğumuzda, mütemadiyen hücreden insana ve kâinata bir seyir halinde olduğumuzu hissediyoruz. Bazen bir zerreye misafir olup günlerce- haftalarca gezinebiliyoruz. Ara sıra, muzaffer komutanlar gibi bir ayağımız Jüpiter diğeri Merih’te hissediyoruz kendimizi. Ve hayatınızın en tatlı med-cezirlerini Said Nursi Hz.’leri sizi ayetlere bindirerek yaptırıyor, bu heyecanlı seyahati. İşte bu esnada dünyamızı bazen bir sinek bazen bir kartal ve bazen de dev bir gezegen şeklinde görüyorsunuz. Hayatıyla insana o kadar benziyor ki. Onun gibi doğmuş ve bugün ihtiyarlığını yaşayan bir insancık, işte arınma derken bu insanı da düşünüyorsunuz.

Şu garip süreci bazen “arınma” diyerek kendinizi teselli ederken; şayet insanlık cinayet ve günahlarına en küçük bir fırsatta dönecekse “sekerat-ı mevt” endişesi de kaplıyor, ruh dünyamızı. İnsanların maddî hastalıklarının ruhi bir temele dayandığını tıp ispat ediyor. Şu dünyamızın fizikî hastalıklarının da insanlığın hata ve kusurlarında temellendiğini mukayese ettiğimizde, kıyamet endişesi göğsümüzü daraltıyor. Arınmak için biraz daha mühlet verilse, diye arzu ediyorsunuz. Belki de şu manevi- maddi havanın güzelliğinden yararlanarak biraz daha okuma, yaşama ve çevremize anlatmak ile fırsatları lehimize çevirebiliriz. Ne dersiniz?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*