Kalbin değişik hal ve sıfatları

Evvelâ yazımın başında şu dua ile başlamak isterim: Ey Allâh’ım! Bizleri camid bir varlık, yani bir taş, bir toprak, bir maden olarak değil; bir nebat, herhangi bir bitki olarak da değil; sıradan bir hayvan veya başka bir yaratık olarak da değil; Sen Ey Yüce Yaratıcı Rabbim! bizleri insan olarak yarattığın ve kalblerimize de sana inanma, güvenme ve dayanma duygusunu, cevherini verdiğin ve yerleştirdiğin için, Sana sonsuz hamd-u senâlar olsun.

Evet, Cenab-ı Allâh bizleri, yukarıda dile getirdiklerimizden hiç biri olarak yaratmadığı gibi; ayrıca bunların tümünü de, Kur’an’ın çok ayetlerinde bizler için yarattığını beyan etmiştir, şöyle ki; “Yeryüzünde ve göklerde her ne varsa, hepsini emrinize verdim, sizin için yarattım.”(1) buyurmuştur.

Allâh Te’alâ, insanı diğer hayvanlardan çok farklı yüksek kalbî duygularla, meziyetlerle donatmış, yaratmıştır.

İnsana farklı olarak bahşedilen bu sıfatlardan bazıları şunlardır:

TA’AKKUL ETME: Akıl erdirme, zihin yararak anlama kabiliyeti.

TEFEKKÜR ETME: Fikretmek, düşünmek yeteneği.

TEDEBBÜR ETME: Tedbirli olmak, bir şeyin sonunu düşünebilme, muhakeme

edebilme kuvveti.

TEZEKKÜR ETME: Hatırlamak, hatıra getirebilmek hissi.

ŞUUR ETME: Nefsin manaya ilk kavuşma mertebesi, anlayış, vicdan duygusu.

VİCDANÎ OLMA: Bu duygu da çok önemlidir. Daha önceki konuların birinde

üzerinde detaylarıyla durmuştuk. Bunların yanında bir de kalb; iman, inanç, aşk, sevgi, merhamet gibi duyguların mahalli olarak da kabul edilir.

Ancak, insanların bu özellikleri yanında hayvanların da, hayatlarını sürdürebilmeleri için bazı hisler hususunda, insanlardan daha ileri seviyede yaratıldıklarını belirtmek gerekir.

Meselâ; filler, koku alma hisleri en fazla gelişmiş hayvanlardır. 20 kilometre uzaklıkta su kanallarını tesbit edebiliyor. Köpeklerin koku alma hissi inanılmaz derecede insanlardan fazladır. Bu da on bin ile yüz bin kat daha yüksek derecede olduğunu ifade etmek gerekir. Köpeklerin bu özellikleri nedeniyle, yine insanlara hizmet olsun diye güvenlik, narkotik şubelerin nezdinde de kullanılmaktadırlar. Köpeklerin bu koku alma hassasiyetleri burunlarındaki özel (reseptör) hücreler sayesinde olmaktadır. Fareler ise, bütün canlılardan en fazla tat alma duygusuna sahiptir.

Görme konusunda karides diye bir canlı vardır ki; 15 farklı konik hücresiyle en yüksek görme kapasitesine sahiptir. Bazı canlılar, mor ötesi, kızıl ötesi ışınları görebilecek kadar ileri seviyede bir görme hassasiyetine sahiptirler. Arılar ultraviole ışınlarını algılayabiliyorlar. Yarasalar çok az görmekle beraber, fazlasıyla gelişmiş işitme duygusuyla geceleri avlanırlar. İnsan kulağının işitemeyeceği çok tiz sesler çıkarır ve bunların çevredeki nesnelere çarpıp yansıyan “yankı” larını dinleyerek avlarının yerlerini tesbit ederler.

Baykuşlar da bu hassas görme ve işitme duyuları sayesinde geceleri avlanırlar.

Ve bunlara benzer daha nice hayvanlar, Cenab-ı Allâh tarafından kendilerine özel techizatları ve savunma sistemleriyle ileri derece gelişmiş duyularla donatılmışlardır.

Bunları şunun için anlatıyorum. Doğada ve bütün evrende ve umum varlıklarda fevkalade bir denge, bir müvazene, bir muadele kanunları hükmetmektedir. Akl-ı selim, kalb-i selim her bir şahsiyet, bunu vicdaniyle hissedebilir, müşahede edebilir.

Yukarıda bahsi geçen ve sadece insanoğluna ait olduğu bilinen bütün bu duyguların dayanağı, menba-ı kalbtir. İşte bu kalbî duygular ve kalbin halden hale değişiklik arzeden hal ve tavırları, psikolojik ve ruhsal durumlarının sonucunda, ya meleklerin üstünde yüksek bir mertebe ihraz edecek, veya da insanlığın elmas kıymeti derecesinden, kömür mertebesine düşecektir.

İşte insan kalbi, bu hassas yaratılışı ile, dünya denilen bu imtihan meydanına atılmıştır. Bu imtihanı ya kaybedecek veya kazanıp bahtiyarlar sınıfına dahil olacaktır. Her bir insan; insan olmanın özde ne demek olduğunun bilincine ermek zorundadır. Bu şuura erdiği zaman bir insan, hem kendisine, hem tabiata, hem canlılara ve hem de tüm insanlara yararlı bir unsur, değerli bir varlık olacaktır.

Kalb, İlâhî hakikatlerin ve sırların tecelli ettiği bir ayna gibidir.

Kalb dini ve tasavvufî anlamda, bilgi ve düşüncenin kaynağı veya aracı olarak kabul edilir. Yerine göre kalbe, Rabbanî lâtife ve İlâhî cevher de denilmiştir.

Daha önce de dediğimiz gibi; kalb sadece vücuda kan pompalayan bir organ değildir. Bunun ötesinde çok daha önemli vazifeleri vardır. Günümüzde ilim adamları kalbin içinde 40 000 bin civarında sinir hücrelerinden oluşan bir beynin, yani bizim “ÂKIL” dediğimiz cevherin, kalbin merkezinde bulunduğunu söylemişlerdir. Bu belirtilen âklın en önemli fonksiyonu, beyni yapacağı vazifeye yöneltmektir. Burada dikkate değer nokta şudur; Kur’an-ı Kerim, bu tıbbî hakikat hususunda şöyle buyurmuştur:

“Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşmış olsalardı, elbette düşünecek kalbleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki; gözler kör olmaz; lâkin göğüslerdeki kalbler kör olur.”(2) buyurmuştur.

Burada zikri geçen âyet’ten anlaşılan; kalb düşünüyor, anlıyor, meseleleri idrak ediyor hakikatini bilmek lâzımdır.

Bu âyet, Müslümanlara gezip dolaşmayı, geçmiş milletlerden kalmış harabeleri yerinde görüp, kötülükleri yüzünden yok olup gitmiş milletlerin hallerinden ibret almayı tavsiye etmektedir. Ancak ibret almak için bir basiret ve kâmil bir insan olmayı ister. Âyet’te de belirtildiği üzere, asıl körler, kalb gözlerini kaybedenler; yani tarihî bir basiretle inceleyip, tarihî olaylar üzerinde düşünmeyen; bu yüzden de geçmiştekilerin işlediği hataları tekrar edenlerdir.

Bu âklın yeri, yurdu ve mahalli hususundaki gerçekliğini, çoğunuzun daha yeni bu satırlardan öğrendiğinizi görür gibi, inanıyorum.

Yukarıda bazı hayvanların sadece cismanî, maddi, birer nesne olmaları itibariyle bazı duyularının insanlardan daha ileri seviyede olduklarını ifade etmiştik. Meselâ bir arı baştaki gözleriyle ultraviole ışınlarını algılayabilecek hassasiyete sahiptir, ama bu özelliğiyle, insanın kalbiyle görme konusundaki sıfatı yanında çok sönük kaldığı da inkâr edilemez.

“Kalbin gayb (maddi gözle görülmeyen) âlemine bakan bir penceresi de vardır ki, buna kalb gözü (basiret) denir. Bu göz kirden, pastan arındırılırsa manevi âlemi ve oradaki gerçekleri görebilir. Bu yolla kazanılan bilgilere; marifet, irfan, ilham, batinî ve ledünnî ilimler gibi isimler verilmiştir.”(3)

Bu kalb gözü denilen “basiret” konusu, çok önemsediğimiz bir meseledir. Zira zahiri gören göz ile batınî, yani iç âlemi idrak eden göz aynı değildir. İlim ve irfan ile terbiye edilmiş, geleceği kavrayan “akl-ı me’ad” göz ile, sadece dünyada geçimlik düşünen, “akl-ı me’aş” göz ile bakmak da, aynı değildir.

Çamuru, çukuru gören göz ile, yıldızları seyreden göz, hiç mi hiç aynı değildir. Bunlardan biri eşyaya bağlıdır, diğeri sonsuzluğa müteveccihtir, nihayetsiz ufuklara nüfuz etmektedir. İşte Kur’an birincisine “basar” ikincisine de “basiret” der. Basar, baştaki gözdür ki, onunla maddi âlemi, tabiatı, çevreyi seyrederiz. Bu duyu organlarımızın en önemlilerinden biridir. Bedenimizin dış dünyaya açılan penceresidir.

Basiret; duyular üstü bakış, seziş ve görüş kuvvetidir. Bu görüşün idrak gücü ve yaratıcı kudret’ten kaynaklanan ve sonsuzluğa nüfuz edebilen bir idrak gücüdür. İşte insanı gerçek bir insan payesine çıkaran kalb gözü dediğimiz bu basirettir. Ve insanı anlamsızlaştıran, manadan uzaklaştıran körlük; eşyanın hakikatini görmeyen, hikmetlerini idrak etmeyen, bu kalb gözünün körlüğüdür. Kur’an, bu gerçeği şu âyetle ifade eder: “Ne var ki onlarda kör olan gözler değil; kör olan göğüslerindeki kalbleridir”(4)

Gözün manasına perde çekilince, artık o kişi için görmenin, bakışın gerçek anlamı ve mahiyeti kalmamış demektir. Zira o maddi âlemde gezer, okur, yazar, fakat onun için artık mesafeler sınırlı, ölçüler dar, okuduğu ve düşündükleri ise, sadece kompitür ekranlardaki sayılardan ibaret kalır.

Gönül gözü ile görmeyen, gerçek anlamda bir şey gördüğü iddia edilemez. Çünkü o eşyaya manasıyla değil, artık bir film gibi seyretmektedir. Gerçek bir görme ve bakışın zevkine erdiği iddia edilemez. Yeryüzünde cereyan eden savaşların, insanların birbirlerine sırtlanlar gibi saldırıp parçalamanın ve insanlar arasındaki mücadelelerin, boğuşmaların asıl sebeplerinden biri; bu kalb gözünün kapanması, körleşmesi, basiret dediğimiz mefhumun ortadan kalkmasıyla mümkün olmaktadır. İnsan, kalbin İlâhî sırlarına açılan pencereden, yani basiret duygusuyla seyrettiğinde, sonsuz güzellikleri, İlâhî san’atları gerçek anlâmlarıyla ve mahiyetleriyle seyredebilir, idrak edebilir.

İnsanı diğer canlılardan ayrıcalıklı kılan, bu kalb gözüne basiret diyoruz. Basiret; her şeye yaratılışındaki öz mahiyetiyle, manasıyla bakmak, varlıklardan anlâm çıkarabilen bir bakış ile bakmak, yine her şeye manay-ı harfî ile bakmaktır. Meselâ, bir kitap üzerinden katibini, yazarını tanımak ve o mana ile o kitabı okuyabilmektir. İkinci bir misal: Muhteşem bir resim tablosu karşısında; o resimden ziyade, o resmin arkasındaki ressamını görebilmek ve o mana ile takdir etmektir.

“Basar (göz) masnuatı (sanat eserlerini) görüp de, basiret sani’î görmezse çok garip ve pek çirkin düşer. Çünki o halde Sâni’in manen, kalben görünmemesi, ya basiretin yokluğundandır veya kalb gözünün kör olmasındandır veya pek dar olduğundan mes’eleyi azametiyle kavramadığındandır. Ve illâ Sâni’in inkârı, basarın şuhudunu ( şahadetini) inkârdan daha ziyade büyük bir kabahattir (bir münkerdir)(5)

Her şeyi maddeden ibaret bilen bazı materyalist düşünceli insanlar, Allah’ın gözle görülmediğine ve mahiyetinin idrak gücünün üstünde olmasına dayanarak inkârına saptılar. Elbette ki Allâh, görme kapasitesi çok sınırlı olan insanın başındaki gözlerle algılanamaz, görülemez.

Bir şeyin varlığını bilmek ve görmek başka, onun mahiyetini (versiyonunu) bilmek başkadır. Nitekim her varlığı bilinen şeylerin mahiyetleri bilinmeyebilir. Öteden beri anlatıla geldiğimiz bir atomu, bir spermi, bir hücreyi, bir mikrobu, bir virüsü ve daha nice mikroskopik varlıkları göremiyoruz diye inkâr edebilir miyiz?

Su kabacıklarından tutun parlak bir aynaya kadar, güneş ışınlarını yansıtan şeffaf şeylerin tümü, bize güneşin varlığından haber verirler. Nasıl güneşi yansıtan o şeffaf şeyler güneşi ihata edemiyorlarsa, insanlar da; bir mikrobu görmekten aciz olan bu basit gözleriyle Allâh’ı ne görebilirler ve ne de ihata edebilirler.

“Esasen yaratıkların, Allâh Te’ala’nın zatına nazarla, gözleri, güneşin önünde yarasanın gözleri gibidir. Yarasa güneşe bakamadığı için, gündüzleri saklanır geceleri çıkar. İnsan devamlı olarak güneşe bakamadığı ve şayet bakarsa bile, gözlerinin bozulacağı gibi; Allah Teala’nın zatına bakmak ve zatı üzerinde düşünmek de hayret, dehşet ve âkıl durgunluğunu gerektirir. Zira akılların çoğu buna dayanamaz. Çünkü bu terazi bu kadar sıkleti çekemez. İşte bu hakikate dayanarak Hz. Peygamber: “Allâh’ın, eserleri ve yaratıkları üzerinde düşünün, lâkin zatı hakkında hiç düşünmeyiniz.” buyurmuştur.

Kainattaki her zerre, Allâh’ın kudretinin eseri ve Zatı’nın nurundan bir parçadır. Yokluktan daha karanlık (zulmet) ve varlıktan daha açık bir nur yoktur. Bütün mevcudat, O’nun zatı’nın nurundan bir nurdur. Zira bütün eşyanın varlığının kıvamı, O’nun Kayyum olan zatı ile kaimdir. Bu tıpkı diğer eşyanın nuru, güneşin parlaması ve ziyasına bağlı olduğunun misali gibidir. Güneş doğduğu vakit, ona bir su damlası içinde bile bakmak ve görmek mümkündür. Su, güneşi bakabilecek hale koymak için bir vasıta sayılır. Bütün fiiller de, faillerini göstermek için birer vasıtadır. Allah dostlarının mana gözlerini açarak, bu sayede Rablerinin varlığını, âlemin ve âlemin parçalarının her bir zerresinde görüp müşahede edebiliyorlar. Her iş ve yaratma yalnızca O’nundur. Lütuf ve ikramda bulunma da, ona aittir.”(6)

Burada hazreti Ali’nın şu sözü de çok manidardır; “Kalb kör olduktan sonra, gözün görmesinde de pek fayda yoktur.”

Allâh’ı ancak fiilleri ve eserleri üzerinden, isim ve sıfatlarıyla tanıyabiliriz. Mesela, İstanbul’u göremeyenler, onun varlığını bilirler, fakat keyfiyetini bilmezler. Keyfiyetini bilmemek veya gözle görmemek, bir şeyin varlığını inkâr etmeyi gerektirmez.

Kalbi kırmaya tek bir söz yeter ama, kırılan kalbi tamir etmeye ne bir özür, ne de bir ömür yeter.

Dipnotlar

(1) Casiye 45/12-13, Lukman 31/20, Hacc 22/36-65, Nahl 16/12-14, İbrahim 14/32-33.

(2) Hacc 22/46

(3) İ. Gazzalî, Mişkatü’l-el-Envar s.43-49

(4) Hacc 22/46

(5) Mesnevi-i Nuriye, s. 210

(6) İmam-ı Gazzalî, İhya-u Ulumi’d-Din, Cilt 4, s. 777-778

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*