Nur dâvâsı ve talebeliğinin sırrı

(Emirdağ Lâhikası, s. 83, 29. Mektup hakkında bir tahlil çalışması)

Risale-i Nur dâvâsı ve has talebelerinin sırlı farklılığının idraki büyük önem arz ediyor. “İhlâs, ihsan-ı İlâhî, sünûhat, ilham, vehbî ilim, ikram, tahdis-i nimet, mânevî ihtar, hiss-i kable’l-vuku” gibi ifadeler bu dâvânın sırlı kodlarının işaretleridir.

“Aziz, Sıddık Kardeşlerim!

Risale-i Nur’un zuhuru hiss-i kable’l-vuku ile küllî bir surette hissedilmesi gibi, Risale-i Nur’un has talebelerinin bir kısmının itirafıyla ve bir kısmının tarz-ı hayatı Risale-i Nur gibi bir hizmete namzetliğini gösterdiği cihetle bu tetimmeyi yazıyorum.” (Emirdağ Lâhikası, s. 83, 29. Mektup) diyen Hz. Üstad, devamında, “hiss-i kable’l-vuku” sırrını açıklıyor:

“Evet, hiss-i kable’l-vuku, herkeste cüz’î küllî vardır. Hayvanatta vardır. Rüya-yı sadıkanın ehemmiyetli bir kısmı, bu hiss-i kable’l-vukuun nev’indendir. Bazılarda hassasiyet cihetiyle keramet derecesine çıkar.” (age) tesbiti dikkate değer.

“Risale-i Nur’a ehemmiyetli hizmet eden kardeşlerimin tarz-ı hayatlarına dikkat ettim, gördüm ki, aynı benim güzerân-ı hayatım gibi, Risale-i Nur gibi bir neticeye göre teçhiz edilip sevk edilmiş.” (age) diyerek, dâvâda istihdam edilme ihsan-ı İlâhî çizgisini tesbit edip şu isimleri zikrediyor:

“Hüsrev, Feyzi, Hafız Ali, Nazif gibi çok kardeşlerimizin, geçen tarz-ı hayatları bu hizmet-i Nuriyeye göre bir vaziyet verildiğini onlar hissettikleri gibi; ben de, çok has kardeşlerimde, hatta burada aynen tarz-ı hayatım gibi böyle bir nuranî meyveyi vermek için tanzim edilmiş görüyorum. Hissetmeyen kısmı, dikkat etseler hissedecekler.” (age) hakikatiyle devamında bir itirafta daha bulunuyor.

“Ben kendim, bütün hayatımın harika kısmını, evvelce Gavs-ı A’zam’ın bir silsile-i kerameti telâkki ediyordum; şimdi Risale-i Nur’un bir silsile-i kerameti olduğu tebeyyün etti.” (age) beyanı, Risale-i Nur hakikatinin, nicelerini şaşırtan ve asırlara damga vuran sırrının mesajını taşıyor.

“Ben Hürriyetten evvel İstanbul’a gelirken, yolda, bir iki mühim ilm-i kelâma ait kitaplar elime geçti. Dikkatle mütalâa ettim. İstanbul’a geldikten sonra, sebepsiz olarak hem ulemayı, hem mektep muallimlerini münâzaraya, ‘Kim ne isterse benden sorsun’ diye ilân ettim. Medar-ı hayrettir ki, münazaraya gelenlerin bütün sordukları sualler, yolda mütalâa ettiğim ve hafızamda kaldığı meselelerdi. Filozofların sordukları sualler, hafızamda bulunan meselelerdi. Şimdi anlaşıldı ki, o fevkalâde muvaffakıyet ve benim de haddimden çok ziyade o hodfüruşluk ve manasız izhar-ı fazilet ise, ileride Risale-i Nur’un İstanbulca ve ulemaca makbuliyetine ve ehemmiyetine zemin hazır etmek imiş.” (age) ifadeleri bu dâvâdaki “ihlâs” ve mütevazılığın başka bir zor anlaşılan sırrına dikkat çekiyor.

“Ben, fakir ve muhtaç olduğum ve zâhid ve sofu ve riyazetçi olmadığım ve büyük bir şeref ve haysiyet ve hanedanlık haysiyetinden, şan ü şerefinden hissedar olmadığım halde, küçükten beri halkların mallarını, hediyelerini kabul edemiyordum, ihtiyacımı izhara tenezzül edemiyordum.

Beni bilenler gibi, ben de çok hayret ederdim. Şimdi hassaten birkaç sene zarfında anlaşıldı ki, Risale-i Nur’un dehşetli bir mücahedesinde, tama’ ve mal yüzünden mağlûp olmamak ve itiraz gelmemek için o halet-i ruhiye bize ihsan edilmişti. Yoksa düşmanlarım o cihetten büyük bir darbe indirecektiler.” (age) tesbitiyle müntesiplerine ve dünya kamuoyuna bir başka farklı sırra işaret ediyor. Devamında, asrın büyük bir manevî hastalığı olan siyasetin dinî sahadaki tehlikesine dikkat çekiyor.

“Eski Said siyasette çok ileri gittiği halde, Yeni Said de taraftar bulmak için çok muhtaç olduğu zamanda, bütün insanları meşgul eden bu beş altı senedeki beşer tufanları, siyaset fırtınaları içinde kat’a ve asla beni meşgul etmedi ve merakla mağlûp etmedi ve beş sene, bilmeyi merak etmedim. Beni bilenler gibi, ben de bu hale çok hayret ederdim. Hatta kendi kendime derdim: ‘Acaba ben mi divane olmuşum ki, bütün dünyayı kendiyle meşgul eden bu hâdisata bakmıyorum, ehemmiyet vermiyorum? Yoksa insanlar mı divane olmuşlar?’ diye hayret içindeydim. Şimdi hem mânevî ihtarla, hem mezkûr hiss-i kable’l-vuku ile hem meydandaki Risale-i Nur’un galebe ve serbestiyetiyle tahakkuk etti ki, Risale-i Nur’daki hakikat-i ihlâs, rıza-i İlâhîden başka hiçbir şeye alet ve tâbi olamaz ve Kur’ân’dan başka hiçbir nokta-i istinadı olmadığını ispat etmek için o acib halet-i ruhiye verilmiş.” (Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, 29. mektup, s. 83)

Bütün bu tesbit, tarif, itiraf, yorum, ne dersek diyelim çok büyük, muhteşem bir dâvâ sırrının kalpten satırlara aktarılmış gerçekleridir. Nurcu olduğunu iddia edenlere de, üçüncü şahıslara da dâvânın sahibinin; bu sır, fedakârlık, mütevazılık, sadâkat çizgisinin, dünyevî ve siyasî alandan çok ayrı bir noktada olduğu ihtarına kulak verilmeli. Bu müthiş sırlı tesbitler, bu dâvânın içerisinde olma nimetine nail olanlara dolu dolu mesajlar veriyor. Acaba gerektiği gibi idrak edip yerine getirebiliyor muyuz? Mühim ve önemli olan asıl soru bu!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*