Bediüzzaman, çağını aşmış bir mütefekkir ve aydındır

Yeni Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez’in 9. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu açılış programında, “Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı” sıfatıyla yaptığı konuşma…

Dünyanın dört bucağından salonumuza teşrif eden değerli ilim ve fikir adamları, hanımefendiler, beyefendiler! Hepinizi muhabbetle selâmlıyorum.

 

Sözlerimin başında, Efendimizin (asm) âlim ile âlem arasında kurduğu muhteşem ilişkinin 20. asırdaki en büyük mümessillerinden Üstad Bediüzzaman Said Nursî’yi şükranla, rahmetle yâd ediyorum.

Arapça’da “Henîen leküm” diye çok hoş bir ifade vardır. Henîen leküm, “Kutlu olsun, mübarek olsun, gönülden tebrik ediyorum” demektir. Henîen leküm, aynı zamanda B. Said Nursî’nin kendisinden 300 sene sonra yaşayacak Müslüman gençlere gönderdiği bir telgrafın son cümlesidir. 300 sene değil, 100 yıl daha geçmedi, ama bu salonu dolduranların dünyanın dört bir yanından gelen ilim ve fkiir adamlarının bu tebrik mesajını, “Henîen leküm” mesajını hak ettiklerine inanıyorum.

Bu tebrik mesajı, mazi derelerinden gelen müstesnâ bir mesajdır. Şimdi gelin hep birlikte bu tebrik mesajını okuyalım, telgrafın öbür ucundaki sese can kulağı verelim:

“Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne (susarak) Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler ve sâireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız ve ‘Sadakte’ deyiniz. Böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezartaşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan ‘Henîen leküm, Henîen leküm’ mesajını işiteceksiniz.”

Çok saygıdeğer hanımefendiler, beyefendiler, kıymetli dostlar. İnsanlığı konuşmak, insanlığın onurunu konuşmak, insanlık onuruna lâyık bir geleceği konuşmak, insanlık onuruna lâyık bir geleceği inşâ etmeyi konuşmak ve gelecekte imanı konuşmak, bilgiyi, hikmeti konuşmak, ahlâkı konuşmak elbette çok önemlidir. Bütün bunları konuşmak için bu sempozyumda ele alınacak bütün konuları bana “Bir cümle ile özetleyin” derseniz, ben sadece bir cümle ile şöyle derim: “Nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırlarını ilân etmek…”

Bediüzzaman, Rusya’daki esaretinden döndükten sonra Van’a giderken uğradığı Tiflis’te Şeyh San’an Tepesine çıkar ve tefekkür eder. Bu sırada bir Rus polisi ona: “Ne düşündüğünü” sorar. O da cevaben “Medresemin planını yapıyorum” der. Polis, “Şaşarım senin hayaline. İslâm dünyası parça parça olmuş” karşılığını verir. Bunun üzerine büyük âlim şöyle der: “Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.”

“İslâm dünyası parçalanmış ama tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın istidatlı bir evlâdıdır; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde tahsil ediyorlar.

“Yahu, şu asilzade evlâtlar, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle, kader-i Ezelînin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırlarını ilân edeceklerdir.”

Başkanlık olarak bu yılı, Kur’ân’ın nazil oluşunun milâdî 1400. yılı vesilesiyle Kur’ân yılı ilân ettik. Elbette “Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi ittibâ-ı Kur’ân’dır.” Kur’ân yılınızı kutluyorum.

Kastamonu’da gözaltı hapsindeyken, kendisini ziyarete gelen talebelerin “Hocalarımız bize dinden bahsetmiyor, bize dinimizi öğretmiyor” serzenişlerine karşılık “Siz hocalarınızı değil, onların size okuttukları ders kitaplarını dinleyin. Fiziği, kimyayı, matematiği dinleyin. Her bir fennin ve ilmin kendi lisân-ı mahsusuyla masıl Allah dediğini göreceksiniz” diye cevap verir. İşte size ilim anlayışı.

Üstad Bediüzzaman, varlığı ve evreni, kâinatı öğrencinin önüne ve rahlelerinin üstüne koyarak okudukları bir kitap haline getirmiş ve bunun asıl amacının tahkikî iman olduğunu ifade etmiştir. Kendisine kulak verenlere, evrenin her zerresiyle Allah’ı anlatır. Risâleler okunduğunda, varlığın adeta satır satır Allah adına okunduğuna şahit olunur. Denizin köpük köpük dalgalarında Ya Celîl, Ya Cebbar, Ya Rahîm, Ya Kerîm; kedinin mırmırlarında Ya Rahîm, Ya Rahîm sesini duyar. Gecenin karanlıklarında kulak verdiği ağaçların yapraklarından çıkan hışırtılar, gökte bize göz kırpan yıldızlar, tane tane düşen kar ve yağmurlar, gökte bir lamba gibi parlayan Güneş, yerde yüzünü Rahman’ın rahmetine çeviren nazenin çiçek ve bütün canlılar hepsi birten tek bir hakikati haykırırlar. O da Allah’tır.

Üstad, imanı bir akaid meselesi olarak değil sadece, bir varlık meselesi olarak ele almıştır. “Beni skolastik bir ortaçağ mollası zannediyorlar” diye esefle ifade ettiği sözleriyle kendisini çağın bütün ilimlerine imkânı ölçüsünde vakıf olmuş aydın bir ilim adamı ve Müslüman alimi olarak tanıtır. Gerçekten de Bediüzzaman, çağını aşmış bir mütefekkir ve aydındır. Çöken imparatorluktan sonra yeniden ihyası, medreselerin klasik anlayışı ve müfredatıyla olmayacaktır ve bunu kabul etmemiştir. Büyük çapta bir eğitim reformuna ve eğitim anlayışında yenilenmeye ihtiyaç olduğuna inanmıştır. Bu gerçeği fark ettiği gençlik yıllarında medrese hocaları ve talebeleriyle yaptığı bilimsel müzakerelerde onları ilzam ederek mevcut sistemin eksiklerini onlara göstermek ve onları uyarmak istemiştir. O, kurmayı düşlediği üniversite ile bir taraftan geri kalmış İslâm dünyasını ihya etmeyi hedeflerken, diğer taraftan da ateizmin ve bolşevik istilasının önünü kesmeyi düşünmüştür. Ona göre okullarımızda din ilimleri ile beraber fen ve sosyal bilimler birlikte okunursa din-bilim çatışması ortadan kalkacak ve gençler imansız yeşitmeyeceklerdir. Bu durumu şu veciz sözleriyle ne kadar güzel dile getirir:

“Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacından hakikat tevellüd eder. Ayrılmalarından ise, birinden taassup, diğerinden inkâr doğar.”

Bediüzzaman Said Nursî, iman ile ahlâkın ayrılmaz bir bütün olduğunu, iman ehlinin aynı zamanda güzel ahlâk sahibi kimseler olmaları gerektiğini söyler. Talebelerinin bu özelliklerini mahkeme savunmalarında dile getirirken, “Bugüne kadar talebelerimden anarşiye katılan veya bozgunculuk yapan veya memleketin asayişini ihlâl eden hiç kimse çıkmamıştır” der.

Gerçekten de hep müsbet hareket etmeye ve sürekli ihtilâf ve kavgadan uzak durmaya teşvik ettiği talebelerinin ülke barışında oynadığı rol, her türlü izahın üzerindedir. Bizzat kendisi maruz kaldığı her türlü muâmeleye rağmen müsbet hareketten asla geri durmamıştır. Devletin ve milletin aleyhinde hiç bir teşebbüse ne fiilî, ne de düşünsel olarak katılmıştır. “Eğer biz ahlâk-ı İslamiyenin ve hakâik-ı imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar edersek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyete gireceklerdir. Belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecektir” der.

Son olarak, Diyanet İşleri Başkanlığımızın tarihi ile ilgili bir arşiv bilgisini sizlerle paylaşarak huzurunuzdan ayrılmak istiyorum. Malûm olduğu gibi, az önce sayın bakanımız da ifade ettiler; Risâle-i Nur Külliyatı ülkemizin tarihinde muhtelif dönemlerde mahkemelerde yargılanmıştır. Bu mahkemelerin de zaman zaman bilirkişi raporları desteğini alabilmek için Diyanet İşleri Başkanlığı’na müracaatları olmuştur. Bu toplantı vesilesiyle bu arşiv belgelerini temin etmeme yardımcı oldukları için huzurlarınızda teşekkür ediyorum. Ancak 17 tarihi belgeyi okuduktan sonra; mahkemelere, Türkiye’nin büyük mahkemelerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nca, Hey’et-i Müşavere Azalarınca, bazen il müftülerince takdim edilen tarihî belgeleri okuduktan sonra iç dünyamda oluşan coşkuyu sizlerle paylaşmak istiyorum. En zor zamanlarda, Türkiye’nin en zor zamanlarında Diyanet İşleri Başkanlığı’nca bu mahkemelere verilen 17 ayrı bilirkişi raporunda Risâlelerle ilgili menfî bir tek kelimenin olmayışını Başkanlığın tarihine şerefle yazılması gereken bir belge olarak kaydedilmesini düşünüyorum. Rize Müftüsü merhum Yusuf Karaali’den, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı 25 yıl omuzunda taşıyan, emek veren Ahmet Hamdi Akseki merhuma kadar, Ali Rıza Hakses’e kadar, Heyet-i Müşâvere içerisinde yer alan bu büyük alimlerin her birisi sizce “Henien leküm, henien leküm” mesajını hak etmiyorlar mı? Hepinize saygılar sunuyorum.

(Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in, 3.10.2010 tarihinde, 9. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu açılış programında, “Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı” sıfatıyla yaptığı konuşmanın metnidir)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*