Cinselliği doğru kullanmanın ve zinadan korunmanın yolları nelerdir?

Empati yapın

İsterseniz öncelikle gözlerimizi kapatıp hayal burağına binerek Allah Resulü’nün yaşadığı zamana, Asr-ı Saadet’e doğru yola koyulalım. İşte bakınız orada bir genç duruyor. Adı Cüleybib. Simasından, hal ve tavırlarından bir derdi olduğu anlaşılıyor.

Cüleybib, Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) huzuruna çıkıyor ve “Ey Allah’ın Elçisi! Zina etmeme izin ver!” diyor.

Sahabiler onu böyle bir ifadeden dolayı “Sus! Sus!” diye susturmaya çalışıyorlar.

Ama İki Cihan Güneşi, onu “Hele şöyle gel!” diye yanına çağırıyor.

Cüleybib, Efendimizin yanına gelip oturuyor. Peygamber Efendimiz onunla konuşmaya başlıyor:

“Söyle bakalım. Bir başkasının senin annenle zina etmesine razı olur musun?”

“Canım feda olsun, hayır, olmam.”

“Zaten hiç kimse annesiyle zina edilmesine razı olmaz. Peki kızınla zina edilmesini ister misin?”

“Uğrunda öleyim ya Resulallah! Hayır, istemem.”

“Öyleyse hiç kimse kızıyla zina edilmesini istemez. Bir başkasının kız kardeşinle zina etmesini ister misin?”

“Yoluna feda olayım, hayır, istemem.”

“Hiçbir kimse, kız kardeşiyle zina edilmesini istemez. Peki halanla zina edilmesi seni memnun eder mi?”

“Canım feda olsun, hayır, kesinlikle.”

“Halasıyla zina edilmesi hiç kimseyi memnun etmez. Peki birinin teyzenle zina etmesine razı olur musun?”

“Uğrunda öleyim, hayır buna da razı olmam.”

“Teyzesiyle zina edilmesine kimse razı olmaz.”

Evet, bu konuşma ile akıl mantık planında Allah Resulü, Cüleybib’in aklını ikna eder ve onu doyurur. Ardından da elini bu gencin göğsüne koyar ve şöyle dua eder:

“Allah’ım! Onun günahını bağışla, kalbini temizle ve namusunu muhafaza buyur.”

Cüleybib, bu duadan sonra iffet abidesi haline gelmiştir. Gelmiştir, ama daha önceki hayatı bilindiği için kimse ona kız vermemektedir. Allah Resulü, aklını ikna ettiği bu sahabinin daha sonra derdine de derman olur. Bir kız babasına elçi göndererek kızını ister ve o kızla Cüleybib’i evlendirir.

Daha sonraları vuku bulan bir muharebede Cüleybib şehit düşer. Muharebe sonunda Allah Resulü etrafındakilere sorar:

“Hiç eksiğiniz var mı?”

Sahabe-i Kiram, “Yok ya Resulallah, hepimiz tamamız!” derler.

Ama Allah Resulü, “Benim bir eksiğim var” der ve Cüleybib’in başucuna gelir. Başını dizine koyar ve şöyle buyurur:

“Cüleybib benden, ben de Cüleybib’denim.”

Ve Cüleybib bu payeye kavuşarak ötelere uçar. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/256-257)

Bu hadisenin bize verdiği mesaj nedir? Kendin için istemediğin bir şeyi başkası için de yapma! Zina yapmak isteyen insan bu düşünceyi hatırından hiç çıkarmamalı. Empati yapmalı.

Çünkü Efendimizin ifadesiyle zina yaptığı insan mutlaka birisinin ya ablası veya abisi, amcası veya yengesi, teyzesi veya dayısı olacaktır. O yüzden insan, bir başkasının kendi eş, çocuk ve akrabalarına aynı gözlerle bakmasından duyacağı rahatsızlığı devamlı surette hatırında tutmalıdır.

Duygularımı kontrol edemiyorum!

İşte size günümüzün günaha teşvik eden ortamından bunalan bir gencin maili. Bu gencin sesine beraberce kulak verelim:

“Ben 20 yaşında üniversite öğrencisiyim. Liseden bu yana kızlara karşı aşırı bir ilgim var. Bu ilgi beni değişik yönlere itiyor. Bazen kendime hâkim olamayıp kötü şeyler yapmaktan korkuyorum. Bu durumdan nasıl kurtulabilirim?”

Bu ifadeler aslında sadece maili gönderen gence ait değil. Bu arkadaşımız kendisi gibi pek çok gencin duygu ve düşüncelerine tercüman olmuş.

Öncelikle şunu söyleyelim. Tüm insanların kendi çaplarına, istidat, akıl, kabiliyet ya da zaaf, istek ve arzularına göre, eğilimleri ve hobileri vardır. Kimileri asker olmak paşa rütbesine erişmek, kimisi şöhret olmak ister.

Her bir erkek de karşı cinsine olan ilgisiyle bilinir. Bu, çeşitli oranlarda olduğu gibi her bireyin bu hissini dışavurumu da değişik şiddet ve şekillerde olur. Önemli olan bu duygularını her erkeğin, en basit bir 3 taş oyununun kurallarına uyulduğu gibi, bunu da normal insan normlarında yaşamasıdır.

Nasıl araba tutkunu bir insanın; bu hevesini karşılamak için hırsızlık yapıp araba çalıp tüm trafik kurallarını hiçe sayarak, sonra da kaza yaparak kendisi ve toplum için anarşiye yol açması büyük bir yanlışsa, hanımlara karşı aşırı ilgisi olan bir erkek de oyunu kurallarına göre oynamak durumundadır. Unutmamalıdır ki; annesi, teyzesi, halası, kız kardeşi ya da yengesi veyahut kız yeğenleri vardır ve onlar da hanımdır. Çizgiler, sınırlar ve dengeler önemlidir.

İşin içine namus, din, ahlak vb. mefhumlar da girince imtihan denklemi birkaç bilinmeyenliye dek uzanır. Belki de insanlar bu ifrat ve tefrit ikilemi içinde insanca orta yolu bulma gayretleri yüzünden yükseklere, meleklerden aldığı ödünç kanatlarla yükseliyorlar, farkında değiller.

İffetli olun, iffetli yaşayın

Az önce Cüleybib’in iffet abidesi haline geldiğini söylemiştik. İffet, çirkin söz ve fiillerden uzak kalma, hayâ ve edep dairesinde bulunma, doğruluk, dürüstlük ve ahlaki değerlere bağlılık üzere yaşama demektir.

Aynı zamanda mana büyüklerimiz meşru dairedeki zevk ve lezzetlere karşı istekli davranmanın yanı sıra, gayr-ı meşru arzu ve isteklere iradi olarak kapalı kalma tavrını da “iffet” kelimesiyle ifade etmişlerdir. Bu bakış açısıyla iffet, genel manasıyla, iradenin gücünü kullanarak cismani ve şehevi arzuları kontrol altına almak, zinadan ve sadece dünyevi zevk yörüngeli bir hayattan uzak durmak demektir.

Bediüzzaman Hazretleri insanda üç temel duygunun bulunduğunu söylemiş; hakikatleri görüp, fayda ya da zarar getirecek şeyleri birbirinden ayırma melekesine “kuvve-i akliye”; kin, hiddet, kızgınlık ve atılganlık gibi hislerin kaynağı sayılan güce “kuvve-i gadabiye”; arzu, iştiha ve cismani hazların menşei kabul edilen duyguya da “kuvve-i şeheviye” demiştir.

Kuvve-i şeheviyenin, hayâ hissinden tamamen sıyrılarak her türlü cürmü işleyecek kadar kayıtsız kalma şeklindeki ifrat hâlini “fısk u fücur”; helal nimet ve lezzetlere karşı dahi hissiz ve hareketsiz kalma durumunu da “humûd” olarak isimlendirmiştir.

Kuvve-i şeheviye açısından istikamet ve itidal üzere bulunarak, meşru dairedeki zevk ve lezzetlere karşı istekli davranmanın yanı sıra, gayr-ı meşru arzu ve iştihalara iradi olarak kapalı kalma tavrını ise “iffet” kelimesiyle ifade etmiştir. Bu zaviyeden iffet, umumi manasıyla, iradenin gücünü kullanarak cismani ve behimi arzuları kontrol altına almak, zinadan ve sefihlikten uzak durmak demektir. (İşârâtü’l-İ’câz, s. 142)

İffetime toz kondurmam!

İffet, erkek ya da kadının her şeyden önce bedenini sahiplenmemesi, onun Hakiki Sahibi’nden kendisine bir emanet olduğunu kabul etmesi demektir. Kim sahipse kuralı o koyar. Bedenini sahiplenmeyen, onun Hakiki Sahibi’ni tanıyan insanın iffeti, bedenini kendi hevesleri ya da gelip geçici arzular doğrultusunda değil, her bir uzvunun ve duygusunun var edicisi Rabbinin emirleri doğrultusunda kullanacağı anlamını taşır.

İffetli insan şehvet duygusunu İlahi ilkelerle meşru ve helal yolda, izin dairesinde kullanır. Her duygu için iffet, onların var edildikleri amaç için, izin dairesinde kullanılması anlamına gelir. Mesela gözün iffeti, şehvete veya heveslere âlet olmaması; helâl güzelliklere bakması, tefekküre vesile olmasıdır.

Kur’an-ı Kerim, iman edenlerin iffetli, hayalı ve edep yerlerini koruyan insanlar olduklarını dikkate vermiş (Mü’minun, 23/5-7), iffetli yaşamanın mükafatı olarak Allah’ın mağfiretini ve ahiret sürprizlerini müjdelemiş (Ahzap, 33/35), konunun önemine binaen kadınları ve erkekleri ayrı ayrı zikrederek bütün mü’minlere iffetli olmalarını ve iffetsizlik için bir giriş kapısı sayılan haram bakıştan kaçınmalarını emir buyurmuştur (Nur, 24/30-31). Ayrıca, Hazreti Yusuf ve Hazreti Meryem gibi iffet abidelerini misal vererek inananlara hayâ ve ismet ufkunu göstermiştir.

Hazreti Yusuf Aleyhisselam, vezirin hanımından gelen bir günah çağrısı karşısında “Ya Rabbi! Bu kadınların beni davet ettikleri o işten zindan daha iyidir” (Yusuf, 12/33) diyerek, iffetine toz kondurmaktansa senelerce hapiste yatmayı göze almış ve kıyamete kadar gelecek olan bütün ehl-i imana bir hayâ timsali olmuştur.

Cenab-ı Allah’ın, “İffet ve namusunu gerektiği gibi koruyan Meryem’i de an. Biz ona ruhumuzdan üfledik, hem onu, hem oğlunu cümle âlem için bir ibret yaptık” (Enbiya, 21/91) diyerek yücelttiği Hazreti Meryem de bütün insanlık için tam bir iffet örneğidir.

Öyle ki, temiz ve nezih bir atmosferde, iffetli ve şerefli bir şekilde yetişen Meryem validemiz, o paklardan pak mahiyetiyle adeta bedene bürünmüş iffet haline gelmiştir. Bundan dolayıdır ki, Hazreti İsa’nın doğumunu dile dolayan talihsizlerin yakışıksız sözleri karşısında bin bir ıstırapla, “Keşke bu iş başıma gelmeden öleydim, adı sanı unutulup gitmiş biri olaydım!” (Meryem, 19/23) diye inlemiştir.

İffetin bu umumi manasını hatırda tutmakla beraber, onu daha geniş olarak ele almak da mümkündür. Bediüzzaman Hazretleri’nin, “Helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur” şeklinde dile getirdiği ölçüye göre iffet, meşru daire içinde yaşayıp gayr-ı meşru sahaya nazar etmeme, el uzatmama, adım atmama demektir. Dolayısıyla, iffetli bir insan, göz, kulak, el, ayak gibi bütün organların helal dairedeki lezzetleriyle yetinmeli, hiçbir şekilde ve hiçbir yolla haram işlememeli, izzet ve haysiyetine dokunacak durumlardan da sakınmalıdır.

Şeytanın zehirli oklarından bir ok

Çarşı ve pazarda gözlerimize haramların girmesi daima muhtemeldir. “Öyle bir zaman gelecek ki, imanı muhafaza etmek, elde kor tutmak gibi olacak” (İbn-i Mace, 2/1306) diyor Efendimiz… Evet, “kor; atsan iman gider, tutsan elin yanar.”

Ve yine buyuruyor: “Nazar (bakış) şeytanın zehirli oklarından bir oktur.” Kalbe saplandı mı, ya da göz hunisiyle kalbe indi mi bakışı bulandırır, başı döndürür.

Ve sonra Rabbü’l-Alemin’e tercüman oluyor: “Kim onu Benim korkumdan dolayı terk ederse, kalbine öyle bir iman tatlılığı atarım ki, onun zevkini gönlünün derinliklerinde duyar.” (Kenzü’l-Ummal, 5/329)

Şeytanın bu zehirli oklarına karşı tavrını ortaya koyan ve her işte olduğu gibi, bu hususta da yine yakınlarından başlayan Efendimiz, bakınız ne yapıyor?

Hacda, bir bineğin üzerinde Arafat’tan inerken, sağdan soldan geçen kadınlara gözü ilişmesin diye, bineğine aldığı amcası Hz. Abbas’ın oğlu Fazl’ın başını bir sağa bir de sola çeviriyor. Hadiseye dikkat edelim: Bir defa hâdise, böyle bir duygunun âdeta imkânsız olduğu hacda meydana geliyor.

İkinci olarak, mü’minlerin annesi Aişe validemizin ifadesiyle, kadınların erkeklerden ayrı ve yüzlerini dahi göstermeden geçip gittikleri bir dönemde Efendimiz, kendisi hakkında böyle bir şeyin asla düşünülemeyeceği yiğit amcasının oğlu Fazl’ın başını hem de kendi bineğindeyken sağa sola çeviriyor.

Ve bu hadise, Asr-ı Saadet’in o daima okşayıcı, nazarları, kalpleri yumuşatıcı, burcu burcu vahiy ve Cibril nefesi kokan ve daha dünyada iken ahireti ruhlara duyurup yaşatan hava ve ikliminde cereyan ediyor.

Bugün bile bir mescide girdiğimizde veya bir cemaatin huzuruna vardığımızda, istesek de fena hisler düşünemezken, böyle bir şeyin hiç de mümkün olmadığı bir durumda, nazarına başka hayaller girmesin, serseri bir ok gelip kalbini delmesin, içine günah tohumları serpilmesin diye, Fazl’ın yüzünün bir o yana, bir de bu yana çevrilmesini nasıl değerlendireceğiz?

Bu hadisenin ifade ettiği mana şudur: Orman hiç yanmasın diye meseleyi kökten ele alıp, ormanda bir kibrit çöpüne dahi müsaade etmeme; ortada hiç savaş ihtimali yokken dahi, binlerce askerin bulunduğu karargâh içinde yine nöbeti aksatmama ve bir saniye olsun gözü yummama…

Evet, haramlara, fuhşa, tecavüzlere, cinayetlere ve daha nelere nelere götürücü sebeplerin bütününü ortadan kaldırma… Belki bir gün yılan, çıyan sızar diye tüm delikleri kapama… Ve bir bakış, bir gülüş, bir dokunuşla nice hayatların sönüp gitmesinin, nice yuvaların yıkılmasının önüne aşılmaz setler çekme… Yani, fenalıklara iten sebepleri ortadan kaldırma ve günahları ta baştan önleme; işte Allah’ın çizdiği yol!

Canınız her sıkıldığında sokağa çıkmayın

Canı sıkılan sokağa mı çıkmalı? Bu düşünce, şeytanın rahatlıkla içeriye sızıp çalışabileceği bir gedik… Can sıkıntısını sokakta geçireceğini sanan insan, yağmurdan kaçarken doluya tutulan insan gibi olur.

Can sıkıntısı genelde, kalbin tatminsizliğinden, Allah ve Resulü ile münasebet kurulamayışından, ibadetlere bağlı olamamaktan, arkadaşsızlıktan, okuma ve tefekkür adına boş bulunmaktan, meşguliyetsizlikten, hizmet etmemekten kaynaklanır. Böyleleri için şeytanın girebileceği gedikler hazır demektir. Şeytandan yanmış insanın, yeniden şeytanın oklarının yağdığı mevzilerde dolaşması, deniz suyu içmekten içi yanmış birinin susuzluğunu gidermek için tekrar denize koşmasına benzer.

Nefse düşkünlükten vazgeçin

Nefsin istek ve alışkanlıkları, insan için öldürücü birer zehir ve insanı aşağılara çeken ağırlıklar gibidir. Ruh, nefsin rağmına gelişir ve yükselir. Yani nefis beslendikçe ruh küçülür, sıkışır, ağırlaşır. Bunun neticesinde de kalp, duygu ve manevi duygularda bir hantallaşma meydana gelir.

Efendimizin (a.s.m.) beyanları içinde, şeytan insanın damarlarında dolaşır durur. O halde “Siz” diyor, “onun dolaştığı yerleri biraz daraltın.” (Buhari, Ahkâm 21) Onu açlık, susuzluk ve isteklerinden mahrum etmekle sıkıştırın. Aklına her estikçe yiyen, çeşitli yiyecek ve çerezlerle beslenen bir insanın şehvetine düşkün olması gayet normaldir.

Binaenaleyh, iradenin hakkını ve kavgasını vererek, nefse ait beslenme musluklarını kısmak çok mühimdir. Aksi takdirde, nefis daima şeytana açık kapı olacaktır. Şeytan gibi nefisten de insana dostluk gelmez. Nefsin fenalıklara götürücü büyük bir hasım ve kendisine karşı “en büyük cihat”ın yapılması gereken bir düşman olduğunun bilinmesi, ondan ve şeytandan kurtulma, dolayısıyla da Allah’a yaklaşma yolunda atılmış ilk adımlardandır.

Efendimizin, “Senin en büyük düşmanın, iki kaşın ortasındaki nefsindir” (Keşfü’l-Hafa, 413); bir muharebeden dönerken de, “Şimdi küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz” (Keşfü’l-Hafa, 1/511) buyurması ve yine Kur’an’da Yusuf Aleyhisselam’ın dilinden, “Muhakkak nefis kötülükleri emreder” (Yusuf, 12/53) sözünün nakledilmesi, ondan korkmamız ve karşısında daima uyanık olmamız hususunda bizim için önemli derslerdir. O yüzden nefsimize dur demesini bilmeli, onu terbiye etme adına gereken gayreti ve çalışmayı göstermeliyiz.

Kitap okuyun, bol bol tefekkür edin

Her insan, her gün biraz daha tefekkür ve düşüncede derinleşerek, önümüze serilen kâinat kitabından tıpkı bir arı gibi marifet huzmeleri toplayıp Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği nebiler ve velilerin açtığı geniş yolu takip etmelidir. Bu yol sayesinde o, ruha hayatiyet kazandıracak ve atılan her adım, ona yeni bir güç kaynağı olacaktır.

Vicdanımızın elinden düşmeyen Kitap ve Sünnet neşteri, bütün manevi yaralarımızı kesip atarken, asırlara göre değişen tedavi usulleriyle mürşit ve mücedditlerin eserleri, bu eserlerdeki ölümsüz hakikatler de, manevi yaralarımızı en kısa zamanda iyileştireceğinden şüphe duyulmayan birer ilaç, birer merhem gibi daima elimizin altında bulunmalı; tarif edilen ölçü ve prensipler dâhilinde öncelik sırası çok iyi ayarlanarak, bu eserler bıkma, usanma bilmeden ısrarla okunmalıdır.

İşte, kalp ve ruhta her gün yenilenmesi zaruri bu operasyondan sonradır ki, şeytanın hile ve oyunlarına karşı dayanıklılık kazanmış oluruz. Aksi halde, okumayan, düşünmeyen ve kendini yenilemeyen insanların sonuna uğrar, sararır, solar ve savrulur gideriz.

Kalp ve düşüncemizin istikamet ve canlılığı için Peygamber Efendimizin hayat-ı seniyyelerine, sahabe-i kiram, tabiin-i izam ve sırasıyla asırlara ışık tutan salih kimselerin hayatlarına ait tabloların okunması, dinlenmesi, mütalaa edilmesi ve hayatımıza bunlarla renk ve şevk katılması çok önemlidir. O büyük örneklere kendini ve hayatını mukayese edebilen bir insan, “Onlar öyleydi, ya biz nasılız?” deyip, kendisini muhasebeye çekecek ve böylece önden çekici, arkadan da itici bir güce sahip olacaktır.

Yalnızca kutlama manasına “anmak” veya haz duymak için değil, gerçekten onlar gibi olma düşüncesi ve iştiyakı içinde, heyecan dolu bir sine ile onların destansı hayatlarını okumak ve dinlemek ve neticede kendi hayatımızı onların hayatına göre ayarlamak, üzerinde titizlikle durulması gerekli bir husustur.

Kendinizi sorgulayın

Tefekkür meselesine gelince, tefekkür hususunda Kur’an’da pek çok ayet bulabilirsiniz. Mesela, bunlardan birinde ayakta, oturarak ve yanları üzerinde Allah’ı zikredenler ve yerlerle göklerin yaratılışını tekrar tekrar düşünenler ele alınır. (Al-i İmran, 3/199)

Efendimiz, bazen gece teheccüt vakti bu ayeti okuyup ağlar ve şöyle derdi: “Bu ayeti okuyup da tefekkür etmeyene yazıklar olsun.” (İbn Hibban, 2) Bir saat tefekkürün bir sene nafile ibadet hükmüne geçtiğini ifade eden hadis-i şerifler bile vardır. O yüzden zaman zaman okuduğumuz şeyleri tefekkür etmeli, kendimizi dinlemeliyiz.

Aslında buna nefis muhasebesi de diyebilirsiniz. Günümüzde özeleştiri dedikleri nefis muhasebesi insanın bulunduğu noktayı belirlemesi açısından çok önemlidir. “Ben nereden geldim? Bu dünyaya gönderiliş amacım ne? Şimdi ne yapıyorum? Nereye gidiyorum?” sorularını kendimize sorarak tefekkür iklimine açılmalı, hayatımızın artı ve eksilerini çıkarıp bir bilanço hazırlayarak durumumuz hakkında bir değerlendirme yapmalıyız. Bu şekilde, yapmış olduğumuz hataları ve günahları daha iyi görme fırsatını yakalamış olacağız.

İşte her gün böylesi bir tefekkür iklimine yelken açarak, kendi nefsini sorgulayan bir insanın kazanacağı hassasiyeti bir düşünün. Her gün kendisine ara hedefler koyup bunlara azimle ulaşmaya çalışan bir insan için artık bu bahsettiğimiz meseleler çoktan aşılmıştır. Böyle birisi ruh dünyasında koruyucu mekanizmalarını kurmuş ve bu mekanizmaların da bakımını düzenli olarak yapmaktadır.

Bu mekanizmaları yerleştirmek için neler yapılmalı?

1. Kur’an’ı anlayarak okumalıyız. Kur’an göğüslerde olana (günahlara, sıkıntılara vs.) bir şifadır. Kur’an’ın şifa özelliğinden yararlanmalı, onun bir hayat iksiri olduğunu idrak etmeliyiz. Kur’an sadece emir ve yasaklardan bahsetmiyor.

2. Namazlarımızı Kur’an’ın emrettiği şekilde huşu içinde duya duya ve doya doya, hakkını vererek kılmalıyız. Namazdan sonra Peygamber Efendimizin bir sünneti olan tesbihatı da yapmalıyız. Bu bize bir zırh olacaktır.

3. Duanın Rabbimizle irtibatımızı güçlendiren bir fonksiyona sahip olduğunu unutmamalıyız.

4. Allah’ı, O’nun yüceliğini, merhametini, sevgisini, azametini, kudretini, büyüklüğünü, adaletini, azabını vs. her fırsatta, her vesileyle hatırlamaya çalışmalıyız.

5. O’na olan sevgimizi güçlendirmeye çalışmalıyız. Bu da bu sevgi duygusunu tatmakla oluyor. Sevenin halet-i ruhiyesi, içindeki esen rüzgârların boyutu ve gücü farklı olur.

6. İman hakikatlerinin anlatıldığı eserleri her gün bir miktar da olsa okumalı; kalbimizi, ruhumuzu ve diğer duygularımızı böylece doyurmalıyız. Ki şeytan girecek yer bulamasın.

7. İçimizde eğitilmeyi bekleyen bir nefis taşıdığımızı unutmamalı, onu eğitmeyi bir hedef olarak koyup, bu hedefe gidecek olan ara hedefleri belirledikten sonra Allah rızası için başarılı olma hırsıyla çabalamalıyız.

Hayalinizi kontrol altına alın

Hayal, mantık ve güç sınırı tanımayan, zaman ve mekân kaydına tabi olmayan bir zihin faaliyetidir. Bazen o, beş duyumuzun tesiri altında eşya ve hadiseleri şekillendirmekle, kendine ait eşyanın tabiatına bütün bütün ters olmayan motifler de ortaya koyar.

Mesela gözümüze çarpan herhangi bir görüntü, hayalimizde bir kısım resimler ve suretler meydana getirir. Kulağımıza gelen seslerde bir kısım sahneler ve tablolar belirir. Arkadaşımızın anlatmakta olduğu bir hadise, bize yaşadığımız başka bir hadiseyi, yahut ona benzer bir vakayı hatırlatır da, o hayalin peşine takılır gideriz.

Alnı secdeli bir sima gördüğümüzde, hayalimize sahabe-i kirama ait manalar ve tablolar akseder ve kendi kendimize bir kısım düşüncelere dalarız. Zihnimizi, milletimiz adına yapacağımız vazifeler ve hizmetler dolduruverir.

O yüzden hayali, hayır istikametinde kullanmak gerekir. Mesela, namaz kılarken, dua ederken, Beytullah’ın etrafındaki halkaları düşünür veya o halkalar içinde bulunurken, kendimizi bütün mahlukat ile birlikte Rabbimize kullukta bulunduğumuzu hayal ederiz. Aynı şekilde, tek başımıza namaz kılarken bile kendimizi milyonlarca Müslüman’ın içinde görür ve ellerimizi açıp “Amin” derken, milyonlarca ağzın aynı anda “Amin” dediğini hayal ederiz.

Böyle bir ruh ve şuur sayesinde, tek başımıza olmamıza rağmen, bu hayal etme bize öyle bir güç ve huzur verir ki, milyonların ağzıyla söyler, milyonların diliyle dua ederiz. İşte mü’minin hayali budur ve bu, kişiye sevap kazandıran bir hayaldir.

Hayal, şer ve günah istikametinde de kullanılabilir. Güzel bir arkadaş çevresi içinde bulunmayıp tek başına yaşayan insan, kendini günaha sevk edecek hayallerin kurbanı olabilir ve bir bakışta, bir duyuşta kendisini batırabilecek hayallere dalabilir. Böyle günahların hayali, ilerde ona pratiğin zeminini de hazırlayabilir.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, şeytanın hayale attığı her sahnecik, her bir karecik, hayal kamerasında bir film halini alır; fuhuş zakkumlarına sebebiyet verir. Hele bir de nefsin eline geçti mi, fiilî duruma dönüşmesi çok kolaylaşır.

Bu sebeple insan, gerçekte fasık olmasa bile, hayali böyle günah düşünceleriyle işgal edildiğinden hayaliyle fasık olur. Öyleyse, hayalimize gelen bu türlü bir düşünce, suret ve fikri birer yılan, birer akrep bilip arz ettiğimiz çarelerle bu haşaratın ağına düşmemeye, düşmüşsek kurtulmaya çalışmalıyız.

Neyin atmosferinde, neyin tesirinde ve neyin manyetik sahası içindeysek, hayalimizde canlanacak resim ve suretler de, daha ziyade o türden olurlar.

Diyelim ki, üç gün aç kaldık; bu durumda, hayalen kuyumcu dükkânlarına veya uzay gemisine binip uzay yolculuğuna mı gidersiniz; yoksa bir testi su, bir somun ekmek, bir tabak yemek mi hayal edersiniz?

Ameliyat masasına yatırılmış, kesilip biçilmeyi bekliyorsunuz; bu arada size tepsi tepsi baklavalardan söz ediyorlar; şimdi bu durumda neyi hayal edersiniz?

Sinemadasınız veya internet siteleri arasında dolaşıyorsunuz ya da televizyonun önüne oturmuş, nefsin hoşuna giden ve sizi şehvete çağıran müstehcen manzaraları seyrediyorsunuz; o anda Kâbe’nin etrafındaki halkaları hayalinize aksettirmeniz mümkün olur mu?

Öyleyse, Allah’a ait manaları hayal etmek isteyenler, bu manaların kaynaştığı yerlerde olmalı, böylesi insanlarla arkadaşlık etmelidir.

Ölümü çokça hatırlayın

Kâinatın Efendisi, lezzetleri acılaştıran ölümü çok hatırlamamızı istiyor. (Tirmizi, Kıyame 26) İnsan, ölümün hakikatine inandığı gibi, onu his, duygu ve aklına nakşederek, hayal ve düşünce dünyasına da hâkim kılar ve kıyamete kadar sürecek olan kabir hayatına da kendini ikna ederse, bu takdirde dünya ve ahirete bakışı ve davranışları farklılaşır ve değişik olur.

Ölüm düşüncesi, insanın manevi damarlarında meydana gelebilecek ülfet ve vesveseyle birlikte, şeytanın süslü gösterdiği günah virüsünün ve benzeri mikropların en azından tesirlerini ve zararlarını giderecek bir antikor gibidir.

“Madem öleceğim ve öldükten sonra da hesaba çekileceğim; öyleyse, şu fani dünyanın elemli lezzetlerine kapılıp günah işlemenin ne manası var! Helal daire varken niye harama gideyim, ahiretimi karartacak müstehcen manzaralara niye bakayım?” düşüncesi içinde ölüm, bir yönüyle güçlü bir vazgeçirici, bir yönüyle de coşturucu bir tesire sahiptir.

Fakat, eğer manevi damarlarımız, antikorların hiç fayda temin etmeyeceği ölçüde günahlarla, dünyanın haram lezzetleri olan mikroplarla dolmuş ve artık vücudun her yanında bir hücre anarşisi meydana gelmiş ve ölüm antikorlarının bile tesir edemeyeceği bir duvar meydana gelmişse, o zaman ne ölüm, ne de ölüp gidenler ruhta hiç bir şey uyandırmayacak ve yakınlarımızın birer birer göçüp gidişi, bizde sadece bir kaç günlük geçici bir elem oluşturacaktır.

Sonra da, “Canım, ölenle ölünmez ki! Hepimizin yeri de orası; Allah iman, Kur’an nasip etsin!” şeklindeki klişeleşmiş teselli ve temennilerle bütün göz ve gönüller yeniden gaflete gömülüp gidecektir.

Niçin hatırlanmaz ölüm?

Nefsin hoşuna giden pek çok haram lezzetleri acılaştırarak ağzın tadını kaçırdığı, keyfi bozduğu, insanı nefsani isteklerden vazgeçmeye, bir kısım bedenî haz ve alışkanlıklardan kopmaya zorladığı, dünyaya bakan yönüyle kalbi daralttığı ve düşünceyi buğulandırarak süslü, tozpembe dünyaları kararttığı içindir ki, ölüm hatırlanmak istenmez.

Ölüme sesleniyorum!

Hayatını gençliğin kurtuluşuna adayan insanlık sevgisiyle dolu bir yürek bakınız ölümü nasıl değerlendiriyor:

Ölümün alnından öperiz biz: “Sen ne mübarek arkadaş ve refakatçisin” deriz ölüme. Varsın, başkaları sana dikenli nazarıyla baksın, sen gülün ta kendisisin. Bırak, bazıları sana “kara yüz” yakıştırmasında bulunsun; sen, bizim için bizi aydınlık ülkelere uçuran ötelerden iki ışık kanatsın.

Bakma sana “soğuk yüz” dediklerine; sen bizim için, müjde çiçekleriyle kar gibi beyaz ve berraksın. Birileri sana “çukur” derler, “dehliz” derler; fakat biz, “ebedi saadet saraylarına açılan koridorsun” deriz.

“Ayıran” da derler sana; fakat sen, aslında ebedi âlemlere göç etmiş binlerce ahbaba, dost ve yârana kavuşturansın. Başta, simalarına meleklerin hayran olduğu nebilere, sonra sahabeye, salihlere, hısım ve akrabaya bizi ulaştıransın. Cemalullah’a yaklaştıransın…

Sen ayıransın da; fakat elemli, sıkıntılı ve ayrılık hasreti yüklü şu dünya talimgâhından, hayatların en hası hakiki hayata geçiren bir terhis tezkeresisin! Sen, bizi Gönderen’e dönme anında, cismimizi nura boğacak bir ebed şerbetisin!

Ve sen, bir son değil, sonun sonusun; sonsuzluğa eş ve baş olabilecek son bir sonsun. Son ile sonsuzluğu dudak dudağa getiren bir ufuk ve Cemal’e açtığın gözlere çekilen bir sürmesin. Ve yine sen, dertli bir neslin dert yüklü Tercümanı’na, “Eyvah, bugün yine ölmemişim” dedirtensin.

Ölüm düşüncesi, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi hem caydırıcı, hem de teşvik edici yönleriyle bir yandan günahlarımız, mesuliyet hissimiz ve Rabbimize karşı yaptıklarımızdan hesap verme endişesiyle bizi iki büklüm ederken, bir yandan da ümit-korku münasebeti içinde kalbimizi hoplatıp bizi canlandırmakta, şahlandırmakta ve kalbimizle beraber duygularımız ve düşüncelerimizle beraber davranışlarımız üzerinde olumlu tesir icra etmektedir.

“Rabıta-ı mevt” denilen ölümü sürekli hatırlama ameliyesiyle, kabirleri ziyaret ve hastalarla sakatlardan ibret almakla –inşaallah– ülfetten kurtulmuş, iç gerilimimizi ve canlılığımızı muhafaza etmiş, fuhuş ortamından uzaklaşmış ve şeytan ve günahların zararından korunmuş oluruz.

Evlenin, mümkün değilse oruç tutun

Efendimiz, “Ey gençler topluluğu, evleniniz, gücünüz yetmezse oruç tutunuz; zira oruç günahlara karşı kalkandır” (Buhari, Savm 10) buyurur. Başka bir hadis-i şerifte ise Allah Resulü şöyle buyuruyor: “Hangi genç ki, genç yaşında evlenirse, onun şeytanı şöyle bağırır: ‘Eyvah, dinini benden korudu.’” (İbn Asakir)

Bir genci nefsani istekleri gerçekten sıkıştırmaya başlamışsa, onun vakit geçirmeden evlenmesi tavsiye edilir. Yok, böyle bir tehlike altında değil de, nebiler ve büyük zatlar gibi ismet ve iffet içinde bulunuyor ve yapacağı vazifeleri de varsa, bir yönüyle atmosferi de kendisini muhafaza ediyorsa, onun bekâr kalması düşünülse bile, özellikle günümüzde şeytana âlet olmamak için evliliğe teşvik edilmeli ve bu koruyucu kalkan ve zırh içine alınmalıdır. Aksi takdirde, bir başka kalkan olarak oruç kullanılmalıdır.

Oruç da tutuyorum, ama nafile!

Zira oruç günahlara karşı bir kalkandır. Ancak oruç da bütün şartları yerine getirilerek tutulmalıdır ki, fuhşa mani fonksiyonunu yerine getirebilmiş olsun.

Mesela insan, bütün gün aç durup da akşam vakti tıka basa karnını doyursa, sahurda da yine iftar vaktiyle yarışır gibi yemek yese bu insan, elbette ki oruçtan beklenen neticeyi elde edemeyecektir. Zira burada oruçtan gaye şehveti kırmaktır. Halbuki günde belli kalorinin üstünde alınan gıdalar şehvetin kırılması şöyle dursun, şehveti artırıcı bir etken olmaktadır. Dolayısıyla da böyle yiyip içen bir insanın oruçtan fayda görmesi imkânsızdır.

İnsan normal vakitlerde de yeme ve içmesine dikkat etmelidir. Az yeme, az içme ve az uyuma değişmeyen İslami bir prensiptir. Efendimiz, midenin üçte birini yemeğe, üçte birinin de suya ayrılmasını tavsiye eder. Geri kalan üçte birlik yerin ise boş bırakılmasını öğütler. (Tirmizi, Zühd 23) Öyle ise oruçta da aynı ölçülere riayet etmek mecburiyetindeyiz.

Bununla beraber bazı kimseler hususi mahiyette yaratıldıkları için beşeri arzuları çok yüksektir. Böylelerinin, onları cinnete sevk edecek kadar şiddetli evlenme arzuları olabilir. İhtimal ki, oruç onları tam frenleyemeyecektir. Bu türlü kimseler, fakir ve geçim sıkıntısı içinde de olsalar derhal evlendirilmeli ve günahlara girmelerine meydan verilmemelidir.

Yalnız kalmayın, iyi arkadaşlar edinin

Allah, insanı toplum içinde yaşayacak bir varlık olarak yaratmış ve onu hemcinslerinin arasına salmıştır. İnsan, maddi ve manevi yönleriyle ancak toplum ve cemaat içinde yaşayabilir. Onun içindir ki, Hz. Âdem’den bu yana hep cemaat öne çıkmış, fert arka planda kalmıştır. Hatta bazı devreler ve zaman dilimlerinde bu mesele, diğerlerine nazaran daha bir ehemmiyet kazanmış ve âdeta bir zaruret halini almıştır.

Önce şurası iyi bilinmelidir ki, bir fert, dalalet adına tahripkâr fikir ve gruplar karşısında tek başına kendisini koruyamaz. Bir insan, keyfiyet açısından çok ileri bir seviyede bile olsa, şahsi dehasıyla, kültür ve ilim dünyasıyla asrımızın dalaletleri ve günah tufanları karşısında tek başına yaşayamaz; yaşasa da, sürüden ayrı kaldığı için her zaman kurtlara yem olma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.

Ayrıca, cemaat içinde bulunmanın getireceği feyizlerden, sağlayacağı avantaj ve lütuflardan da mahrum kalır. Ayakları cemaat zeminine basmayan insan, ayaklar altında bir yaprak ve bir tüy gibidir; bu yandan üflesen öte yana, öte yandan üflesen bu yana savruluverir.

Bu yüzdendir ki, sahabe devrinin o en kuvvetli, en iktidarlı ve meleklere parmak ısırtacak insanları bile cemaatleşme ve birlik teşkil etme lüzumunu duymuşlardı. Bu sebeple, şer güçlerin değişik kanal ve kollarla geçeceğimiz yollarda kurdukları sayısız tuzaklara ve onların cemaatçe hücumlarına, ayrıca manevi hasımlarımız olan şeytana, nefse ve günah tufanlarına karşı yem olmaktan, boğulmaktan bizi koruyacak en mühim sığınak, cemaatleşmedir. Bu fikre davet, günümüzün en hayati meseleleri arasındadır.

İyi arkadaş insanı cennete götürür

Arkadaş, ama her arkadaş değil; iyi arkadaş seçeceğiz. Eskilerin eskimeyen şu sözleri ne güzeldir: “Üzüm üzüme baka baka kararır.”, “Gül, güller arasında yeşerir.”, “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” Evet, her insan, arkadaşlarından iyi-kötü mutlaka bir şeyler kapar.

Mesela öyle güzel arkadaşlarınız vardır ki, yanlarına gittiğiniz, atmosferlerine girdiğiniz zaman, bir Allah dostu ile diz dize gelmiş gibi kuvvet kazanır, aşkla, şevkle dolarsınız. Onların söz ve davranışları, içinizde yosun gibi yeşermeye başlamış kötü duygu ve düşünceleri bir hamlede siliverir. İyi arkadaş, nasihatleriyle sizin yüreğinizi hoplatacak, içinize aşk, heyecan salacak, düşüncenize aydınlık getirecek ışıktan bir dosttur. Gönül dünyamızı aydınlatıcı dostlar, has ahbaplar… Evet, bize lazım olan, işte bunlardır.

İyi bir dostunuz mutlaka olsun. Kendinizde biraz gevşeklik ve kalbinizde biraz sarsıntı, hatta heyecansızlık hisseder etmez hemen ona koşup, “Bana bir şeyler anlat!” deyin ve derdinizi söyleyin ve hiç şüpheniz olmasın ki, böyle bir dost sizi elinizden tutacak, hayatın çeşitli girdap ve labirentlerinden geçirecek ve yeniden aydınlık iklime kavuşturacaktır.

Zahiren onun sözlerinde bir ekşilik ve iç burkuntusu duyabilirsiniz; fakat önemli olan işin neticesidir. İlk neşter darbesine katlandıktan sonra, her an onun yüz misli size ıstırap veren yaraların sancılarından kurtulacak ve dinen ıstırabınız bir yönüyle ruhani bir zevkle yer değiştirecektir.

Yaşantılarıyla örnek insanların öğütlerini dinleyin, eserlerini okuyun

“İlmiyle amil olmak” diye bir tabir vardır. Mutlaka duymuşsunuzdur. Bu ifadeyi bilgilerini hayata taşıyan ve çevresine örnek olan insanlar için kullanırız. Böylesi insanların nasihatlerini dinlemek, ülfetimizin dağılması, kalbimizin yumuşaması ve şeytanın vesveselerine, günahların zorlamalarına karşı koyabilmemiz için de koruyucu ve besleyici çarelerdendir.

İnsan, aklı, mantığı ve muhakemesiyle hususiyet arz eden bir varlık olduğu gibi, coşan gönlü, ürperen vicdanı, yaşaran gözleriyle de bir kalp, bir ruh ve bir duygular yumağıdır. Bu itibarla da o, iç âleminde derinleşmeye, ruh dünyasında zenginleşmeye, tefekkür hayatında genişlemeye muhtaçtır.

İnsan, yer yer içinde oluşan aysberglerin eritilmesine muhtaç olduğu gibi, manevi gıdasızlığını giderecek, manevi süt akıtan çeşmelere de şiddetli bir arzu ve istek duyar. Kur’an, Efendimize pek çok defa “Anlat” der ve O iki Cihan Güneşi de, “Din nasihattir” (Müslim, İman 95) buyurur.

Bir yanda, çatlama noktasına kadar “anlatma” talim edilirken, diğer yanda da yine hadisin ifadesiyle “Ya öğreten ya öğrenen ya da dinleyen ol; dördüncüsü olma!” (Mecmeu’z-Zevâid, 1/122) tavsiyesinde bulunularak, iki uç âdeta bir noktada birleştirilmekte ve dikkat nazarları, yerinde anlatmaya, yerinde de dinlemeye çekilmektedir.

O halde insanın, yüreğini coşturup yumuşatacak, içindeki kararmış his ve duyguların kirini, pasını giderecek, onun ebedi âlemlere şevkini kamçılayacak, bu arada dinî, ilmî meselelerle fikir dünyasını aydınlatacak kişileri dinlemesi de, yine onun için ekmek kadar, hava kadar mühim bir ihtiyaçtır.

Bu sebeple insan, “Bunu biliyorum, bir daha neden dinleyeyim ki!” dememeli; nasıl yemek, içmek devamlı tekrar ediyor ve bıkmak şöyle dursun, bunlara daima ihtiyaç duyuluyor, öyle de, kalp ve ruhun gıdası sayılan, ayrıca şeytan ve günahların şerrinden de koruyucu rol oynayan nasihat ve sohbetleri dinlemek de, onun için belki bin kat daha lüzumlu bir ihtiyaçtır. Halk arasında, vaaz ve sohbetlere devam eden birçok kişinin içkiyi, kumarı bıraktığını, pek çok fenalıkları terk ettiğini, hayırlara koşar olduğunu duyar ve dinleriz.

Bedenen hayatta olmasalar bile, hizmetleri ve yazmış oldukları eserleriyle yaşayan, bizlere iman ve ümit aşılayan Allah dostları büyük zatlar var. Ayrıca ülkemizde sözü-sohbeti dinlenen, hayatının her karesinde Efendimizin sünnetini yaşayan büyüklerimiz var. Onların eserleri ve nasihatleri bizim gönül dünyamızı coşturacaktır.

Burada “Öyle eserler var, ama okumaya vakit bulamıyorum veya okusam da anlayamıyorum” ya da “Böyle büyüklerimiz var, ama onların sohbetlerine katılmak neredeyse imkânsız” diyebilirsiniz.

Ama şunu da unutmayın. İman hakikatlerini anlatan bu eserleri okumaya hava gibi, su gibi, ekmek gibi muhtacız. Çünkü ruhumuzun, kalbimizin, aklımızın ve diğer duygularımızın da beslenmeye, gıda almaya ihtiyacı var. Anlayamama konusunda ise yardımcı kaynaklara ve çalışmalara müracaat edebilirsiniz.

Dünya hayatını ilgilendiren bir sınav için nasıl aylarca, hatta yıllarca çalışıyoruz… Ebedi hayatımızın söz konusu olduğu ve kaybetme-kazanmanın çok büyük önem taşıdığı böyle bir imtihana hazırlanmanın da önemini idrak etmeliyiz.

Ayrıca günümüzde teknoloji o kadar gelişti ki, radyolar, CD çalarlar, walkmanler, ses kayıt cihazları vs. ile bu eserlerin seslendirmesini ve bahsini ettiğimiz büyüklerin sohbetlerini dinleyebilir, metafizik geriliminizi muhafaza edebilirsiniz.

Boş kalmayın, spor yapın

Meşguliyetsiz insan, günahlara açık bir hayat yaşar, dolayısıyla da şeytana fırsat vermiş olur. Bu sebeple, boş durmamalı ve bizi daima gerilim, coşkunluk, tazelik içinde tutan uğraşların peşinde olmalıyız.

Şeytan, daha ziyade tembel insanlara, tembellik içinde miskin miskin oturanlara hücum eder. O, hiç bir iş yapmayan, vaktini sinek avlamak, avare avare dolaşmakla geçiren ve saatlerce dumanlı yerlerde boş laf eden insanlara musallat olur.

Ve yine o din, iman, vatan ve millete hizmet adına hiçbir şey yapmayan, din ve iman hizmetlerine karşı kapalı yaşayan fertlerle uğraşır ve onları baştan çıkarır. Zira böyleleri, şeytanın arayıp da bulamadığı birer avdır.

Madem şeytan daha çok miskinlik, tembellik ve meşguliyetsizliğimizden istifade ediyor, boş durduğumuz sürece içimize uygun olmayan düşünceler, kuruntular atıyor, başka şeylerle meşgul olmayan hayalimizi kendi namına meşgul ediyor ve günahları düşündürüp günah işlemeye zorluyor; öyleyse biz de, daima meşguliyetle, aksiyonla, faaliyet ve hizmetle terlemekle şeytanın parmak sokabileceği yerleri doldurmalıyız ki, o da bizde umduğunu bulamasın.

İşleyen demir pas tutmaz; sürekli hareket eden, durmadan hak ve hakikati duyurma adına koşan bir insanın aynı zamanda hem bedeninde, hem de ruhunda bir zindelik, bir neşe olur, rızkı bereketlenir, aile yuvası da cennet köşelerinden bir köşe haline gelir.

Şunu da unutmayın, biz vefa gösterip, Allah’ın dinine omuz verdiğimiz sürece, Allah’ı her zaman bize karşı vefalı bulacağız ve O, bizi şeytanın vesveseleri ve nefsimizin arzularıyla baş başa bırakmayacaktır. Bizi yad ellerde bozulmaya, sönmeye, çürümeye ve ölmeye terk etmeyecek ve “kulum” diyecektir.

Şu şeker-şerbet söze bakın: “Siz bana karşı sözünüzde vefalı olun; Ben de size sözümde vefalı olayım.” (Bakara, 2/40) Biz aşkla, şevkle gerilip gönüllerde Allah’ın duyulması ve kalplerin O’nunla oturaklaşması istikametinde ölesiye koşturursak, inşaallah Rabbimiz de bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz günahları yüzümüze vurmayacak, bizi bataklıkta, şeytanın elinde bırakmayacaktır.

Şehevi duyguları tahrik edici ortamlardan uzak durun

Zina ve fuhşa bulaşmamak için sizi tahrik edici ortamlardan, cinselliği teşvik eden yayınlarla muhatap olmaktan, özendirici hayal, bakış, konuşma gibi eylemlerden uzak durun.

Mesela bir çay içmek için okuduğunuz okulun kafesine gittiğinizi düşünelim. Orada otururken sehpanın üzerinde bir gazete veya dergi gözünüze ilişmiş olsun. Şimdi siz daha önceki tecrübelerinizden o gazete veya dergide müstehcen resimlerin olduğunu biliyorsunuz. Bu durumda yapacağınız şey o gazete veya dergiye hiç elinizi sürmemek. Elinize aldığınızda mutlaka o hoş olmayan görüntüler gözünüzü ve gönlünüzü kirletecektir.

Bunun dışında mesela çok lüzumlu olmadığı takdirde internete girmeyin. Mail kutunuza gelen cinsel içerikli mailleri açmayın. Bilgisayarınıza bu tarz sitelere girmeyi engelleyen programlar yükleyin.

Maalesef televizyonlarımız reklam veya diğer programlarda günün her saatinde şehevi duyguları tahrik edici yayınlarla dopdolu. O yüzden televizyon izlemekten ziyade radyo dinlemeyi tercih edin.

Günlük hayatımızda karşılaşabileceğimiz bu türlü ortamları daha da çoğaltabiliriz. Rabbimiz bize bir irade vermiş. Bu irademizi hayır istikametinde kullanmalı, bizi günaha davet edici atmosferden fersah fersah uzak olmalıyız.

Günaha girdikten sonra ümitsizliğe kapılmayın

İnsan, isteyerek veya istemeyerek müstehcen bir manzaraya bakabilir. Hatta bir adım daha ileri giderek zina günahına bulaşmış olabilir. Hatta ve hatta pişman olduğu halde bu tür günahlara birkaç defa daha işlemiş olabilir. Bu noktada şeytan tekrar devreye girip o insana şunları söylettirebilir:

“Ben bittim. İflah olmam artık. Allah beni affetmez. Ben dünyanın en rezil insanıyım. Böyle günahkâr birisini Allah affetmez. Tövbe etsem ne olacak! Boş ver gitsin, battı balık yan gider.”

Aslında bu ifadeler şeytanın öldürücü darbelerinden en büyüğüdür. Ümitsizlik vermek onun en sinsi silahıdır. Onun en sevmediği şeylerden bir tanesi de kulun günah işledikten sonra tövbe edip Rabb’ine yönelmesidir. Tövbe, bildiğiniz gibi günahlar karşısında bir yenileme ve iç onarımdır. Tövbeyle Rabbimizin gazabından lütfuna, hesabından rahmet ve inayetine sığınırız.

Hepimiz dünyaya günahsız ve masum olarak gözlerimizi açarız. Sorumluluk çağımıza geldiğimizde önümüzde iki yol vardır. Bu yollardan birisi bizi uçurumlara, diğeri ise cennetlere götürecektir. Bazen bizi cennete götüren yoldan çıkıp diğer yola sapabiliriz. Bu türlü yol değiştirmelerde “Allah’a inabe edin (döndüm-geldim deyin), Allah’a teslim olun” (Zümer, 39/54) diyerek hemen kendimize gelerek doğru yola dönmeliyiz. Bu dönüş Rabbimizi de çok memnun etmektedir.

Bakın Efendimiz bir hadislerinde ne buyuruyor: “Allah kulunun tövbesinden sonsuz derecede memnun olur, sevinç duyar. Şöyle ki, bir insan çölde yolculuk yapıyor. Bütün azığı, eşyası ve suyu üzerinde olan devesi onu bırakıp kaçıyor. Adam sağa-sola koşuşup devesini arıyor; fakat sonunda yorgun ve ümitsiz bir halde bir ağacın altında uyuya kalıyor. Gözlerini açtığında bir de ne görsün; devesi, üzerindeki eşyasıyla beraber başucunda durmaktadır. Adam sevincinden öyle hale geliyor ki, Cenab-ı Hakk’a şükrederken yanlışlıkla, ‘Ben Senin rabbin, Sen de benim kulumsun’ diyor. İşte tövbe eden kulu karşısında Rabbimizin ferah ve sevinci bu adamınkinden daha fazladır.” (Buhari, Daavat 4)

Biz günahlarla kirlenen kalbimizi tövbe silgisiyle temizleriz. Allah Resulü bu hakikati şöyle dile getiriyor: “İnsan günah işleyince, kalbinde bir siyah nokta belirir. Tövbe ile hemen onu silmezse, o nokta kalbinde öylece kalır. Sonra ikinci bir günah işlerse, kalbinde bir nokta daha belirir.” (İbn Mace, Zühd 29)

Bu sebeple günahlarda ısrarcı olmadan onu hemen temizleme çok ciddi önem arz ediyor. Şunu unutmayalım ki günahlardan duyulan pişmanlık, aslında tövbenin kendisidir. Bu konuda “Günahından tövbe eden hiç günah işlememiş gibi olur” mealindeki Allah Resulü’nün müjdesi içimizi aydınlatıyor. (İbn Mace, Zühd 30)

Bununla beraber yine sürçüp kayabiliriz. Böyle bir durum karşısında da hemen akıl ve vicdanımızı harekete geçirerek, “Ben Allah’tan kopmakla bu hâle geldim. Öyle ise, ancak O’na yeniden bağlanmakla bu durumdan kurtulabilirim” diyerek Cenab-ı Hak’la olan irtibatımızı kuvvetlendirmeye çalışmalıyız.

Her günahtan sonra bir iyilik yapın

Bir de şunu hatırlatalım. Peygamber Efendimiz, günaha girdikten sonra yapılan hayırlı işlerin o günahı sileceği müjdesini veriyor bize. Şöyle buyuruyor Nebiler Serveri: “Bir günah işledikten sonra tövbe edip iyilik işleyen kimse, üzerine çok dar bir zırh giyinen bir adama benzer. Günahtan sonra bir iyilik yaparsa zırhın halkalarından biri çözülür. Bir iyilik daha işlerse öbür halka da çözülür. Yapılan iyiliklerin sonunda zırh yere düşer.” (et-Tergib ve’t-Terhib, 4/106)

Gerek Rabbine karşı günah işleyen, gerekse bir insana haksız davranışta bulunan bir kimse, o günah ve hatanın arkasından pişmanlık duyarak sevaplı ameller işler, Kur’an ve imana yönelik hizmetlerini ve çalışmalarını arttırırsa günah zırhının düğmeleri teker teker çözülür, kısa zamanda o günahlardan kurtulur. Bu konuda ümitsizliğe düşüp de asla şeytana prim vermeyin. Neden ümitsiz olacakmışız ki! Aşağıdaki ayet bize bu hakikati şöyle seslendiriyor:

“Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, gafur ve rahimdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır).” (Zümer, 39/53)

Günahlar, tövbe ve istiğfarla temizlenmelidir. Her günahta küfre giden bir yol vardır. Her şeyden önce günah, kulun Cenab-ı Hakk’ın inayet atmosferinden dışarı çıkması ve İlahî teminatı reddetmesi demektir. Ayrıca kul, günah işlemekle şeytana tam hedef olmuş sayılır; günahlar arttıkça da Allah’ın himaye ve koruması azalır.

Günah, bir pas, bir leke ve bir kirdir; öyle ki, hadisin ifadesiyle, üst üste biriken lekeler, derhal tövbe ve istiğfarla temizlenmezse, kalbî hayatımızla Rabbimizin bize bakışı arasına girip

O’ndan gelen tecellileri keser, rahmet esintilerini perdeler ve bizi inayetten mahrum bırakır. Himayesiz kalan bir kalp ise, neticede şeytanın küfürle vurabileceği bir hale bürünmüş olur.

İkinci olarak, kendini mahcup edecek bir günah işleyen insan, kimsenin bu günahı görmesini istemez. Ama Allah’ın ve meleklerin onun yaptıklarını gördüklerinin de farkındadır. Onun hep bu zayıf anını kollayan şeytan, bu esnada ona, “Keşke şu günahımı gören olmasaydı; ya da keşke şu şey, günah olmasaydı!” dedirtir.

Esasen günah, ısrar edildiği, zararsız bilindiği, tövbe ve istiğfar ile de temizlenmediği zaman günah olur. Yoksa kendisinde ısrar edilmediği, zararı bilinip korkulduğu, tövbe, istiğfar ve samimi bir pişmanlıkla terk edildiği zaman ise, inşaallah affa mazhar olacaktır. Dağlar büyüklüğünde de olsa, –şirk hariç– Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur. Elverir ki, O’nun af, merhamet ve gufran kapısına varılsın.

Bol bol dua edin

Dua, bir ibadettir ve kulluğun özüdür. Cenab-ı Hak “Dua edin kabul edeyim” (Mü’min, 40/60) buyurarak bizleri duaya teşvik ederken “Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var!” (Furkan, 25/77) buyurarak, duanın bizim için ne kadar önemli olduğunu bildirmektedir.

Peygamber efendilerimiz ve Allah dostlarının hayatlarına baktığımızda da duanın çok önemli olduğunu görürüz.

“Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz!” (Araf, 7/23) diyerek dua eden Hz. Adem (a.s.) ve Havva validemiz; “Senden başka ilah yoktur. Senin şanın yücedir, ben zalimlerden oldum” (Enbiya, 21/87) ifadeleri ile inleyip balığın karnından kurtulan Hz. Yunus (a.s.); “Rabbim, bana katından temiz bir nesil ver. Sen duayı işitensin” (Al-i İmran, 3/38) nidasıyla Rabbinden “temiz bir nesil” isteyen Hz. Zekeriya (a.s.); “Bu dert bana dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin” (Enbiya, 21/83) eniniyle Rabbinden şifa isteyen sabır kahramanı Eyyub (a.s.) ve diğer peygamberler daima Allah’a yalvarmış ve O’ndan imdat istemişlerdir.

Çünkü “…mülkün sahibi olan, dilediğine mülkü veren, dilediğinden alan; dilediğini yükselten, dilediğini alçaltan; hayır (mal) elinde olan ve her şeye kadir olan” (Al-i İmran, 3/26) O’dur.

İnsan, duaya muhtaçtır. Çünkü dua, ruhun gıdasıdır. Dua, zaman ve hadiselerin bütün yıpratıcılığına karşı insan iradesine güç ve kuvvet kazandıran temel dinamiklerden birisidir. İnsan, dua sayesinde eşya ve hadiselerin boğucu atmosferinden ferah-feza bir iklime kavuşur; kendisini bir kere daha yeniler ve metafizik gerilime geçer.

İnsan, karanlık gecelerde-gündüzlerde, yazda-kışta, dağda-ovada, köyde-şehirde, her nerede ve ne zaman olursa olsun daima kendisiyle beraber olan Âlemlerin Rabbi’ne muhtaçtır. Bundan dolayı mü’min, yalnız O’nu bilir, O’nu tanır ve O’ndan başkasına boyun eğmeyi O’na vefasızlık sayar. O bilir ki, “Bana dua edin, duanızı kabul edeyim” (Mü’min, 40/60) buyurarak kendisine dua edilmesini emreden Hz. Allah (c.c.), kapısına gelip kulluğunu ilan eden ve kendisine el açıp yalvaranları huzurundan boş çevirmeyecektir.

Günümüzde günahların çokluğu ile aramızdaki kuvvet dengesi yok denebilecek kadar zayıftır. Böyle bir denge karşısında en tesirli silahımız, –bütün çeşitleriyle– dua olmalıdır. Bir kudsi hadiste de ifade edildiği gibi; biz geniş zamanımızda Allah’ı hatırlarsak Allah da bizi hatırlayacak ve Hz. İbrahimvâri en zor ve sebeplerin tamamen bittiği anlarda bize yardım elini uzatacak, ateşleri bile berd ü selama çevirecektir.

Onun için bizim, gerek gözümüzü ve gönlümüzü fuhuştan korumamız, gerek şahsi kemalatımız ve gerekse toplumun mükemmelleşmesi adına, tam bir teslimiyet içinde her şeyi O’na havale edip, yalnız O’na sığınmamız gerekmektedir. (Bu bölümün yazılmasında M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “İnancın Gölgesinde” isimli eserinin ikinci cildinden (s. 145-191) istifade edilmiştir.)

İsterseniz şimdi gelin şu duaya hep birlikte gönlümüzün derinliklerinden gele gele âmin diyelim:

Allah’ım! Gözümü, gönlümü, kalbimi, aklımı, elimi, belimi, ayağımı, dilimi, kulağımı haramdan, haram meyillerden, haram yönelişlerden koru!

Gözlerimi ihanetten, elimi günahlardan, dilimi kötü sözlerden, gönlümü haram meyillerden, kalbimi günah arzularından, aklımı dalaletten, nefsimi isyandan, şirkten, küfürden muhafaza buyur!

Beni kulluğuna kabul buyur! Günahlarımı bağışla! Bana merhamet et! Aklımıza, zihnimize, dimağımıza güç ve kuvvet ver! Kalbimizde iman lezzetini arttır!

Bize dünyada ve âhirette hidayeti lütfet! Bizi dosdoğru yoldan ayırma! Haramların şerrinden, günahların çirkin yüzünden, şeytanın belalı vesvesesinden, nefsin kör hissiyatından, aklın cerbeze halinden, kuvve-i gadabiyenin vahşetinden, kuvve-i şeheviyenin dehşetinden cümlemizi muhafaza buyur!

Âmin!

Bir gençlik dersi

Gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kesinliğinde, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek. Eğer o geçici gençliğini iffetle, istikamet dairesinde hayırlara kullansa, onunla sonsuz ve devamlı bir gençliği kazanacağını bütün İlahi kitaplar müjde veriyorlar.

Eğer sefahete harcasa, nasıl ki bir dakika öfke yüzünden bir katil, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir; öyle de, gayr-ı meşru dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, ahiret sorumluluğundan ve kabir azabından ve geçip gitmesinden gelen üzüntülerden ve günahlardan ve dünyevi cezalardan başka, aynı lezzet içinde o lezzetten çok acılar olduğunu aklı başında her genç tecrübeyle tasdik eder.

Mesela, haram sevmekte, bir kıskançlık, ayrılık ve karşılık görmeme elemi gibi çok arızalarla o az ve küçük lezzet zehirli bir bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin yanlış yolda kullanımıyla gelen hastalıklarla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalp ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden doğan sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden, hapishanelerden, meyhanelerden ve kabristandan sor.

Elbette, çoğunlukla gençlerin gençliğinin yanlış şekilde kullanılmasından ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin.

Eğer istikamet dairesinde gitse, gençlik gayet şirin ve güzel Allah’ın bir nimeti ve tatlı ve kuvvetli bir hayır vasıtası olarak ahirette gayet parlak ve sonsuz bir gençlik netice vereceğini, başta Kur’an çok kesin ayetlerle olmak üzere bütün İlahî kitaplar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar.

Madem hakikat budur. Ve madem helal dairesi keyfe kâfidir. Ve madem haram dairesindeki bir saat lezzet, bazen bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette, gençlik nimetine bir şükür olarak, o tatlı nimeti iffette, istikamette harcamak lazım ve elzemdir. (Şualar, 11. Şua, 5. Mesele, s. 271)

Kaynak: M. Ali Seyhan | Gençliğin Cinsellik İmtihanı

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*