100. senede, hakiki Cumhuriyetçi kim?

Yüzüncü senede, hakiki Cumhuriyetçi Said Nursî’dir!

Evet, bunda ısrarlıyız! Aksini isbat eden, edebilen, beri gelsin!

Altı asırlık Osmanlı Devleti, iç ve dış fitne ve îhanetler neticesinde yıkılınca, yerine getirilen rejim, idare şekli olan “Cumhuriyet”, isim olarak tam bir İslâmî idâre şekliydi. Ama maalesef, sadece isimden ibaret kaldı. Tatbikatta ise, Cumhuriyet ile alâkası yoktu. Ve yüzüncü senesinde, o hakikî mânâdaki Cumhuriyet, hâlâ Türkiye’ye gelebilmiş değil. İlk yirmi yedi senede tam bir istibdat, ondan sonraki ihtilâller ve onların devamı hükümetler de o yoldan gitmişti. Sadece, Demokrat iktidarlar zamanında bir nebze rahatlama olsa da, yüz senenin çoğu da, “isimden ibaret bir Cumhuriyet” olmuştur.

Padişahlık sistemi, esasında İslâmî bir idare şekli değildi. Çünkü İslâmiyet milletin idare şeklinde intihabı, yani seçimi esas alır. Öyle, babadan oğula intikal eden saltanat şeklinde bir idare şekli İslâmî değildir. Bunu Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri eserlerinde anlatıyor. Ve cumhuriyet sisteminin ilk misâlini de Hz. Ebubekir (ra) seçiliş şeklinden veriyor.

Hakikî mânâdaki Cumhuriyeti arzulayan, ama maalesef, tam tersiyle, “cumhuriyet düşmanı” diye suçlanan Bediüzzaman Hazretleri, Cumhuriyeti şöyle tarif ediyor: “… Eskişehir Mahkemesi’nde gizli kalmış, resmen zapta (kayıtlara) geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif (güzel) bir vâkıa-i müdafaayı (müdafaa hadisesini) aynen beyan ediyorum. Orada benden sordular ki: ‘Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?’ Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden (Eskişehir Mahkeme Başkanı) başka, daha sizler dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli (boş) bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu, ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: ‘Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler, o cumhuriyet perverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum.’ Sonra dediler: ‘Sen, selef-i sâlihîne (sahabe ve tabiin) muhalefet ediyorsun?’ Cevaben diyordum: ‘Hulefâ-i Râşidîn (ilk dört büyük halife) hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddîk-ı Ekber (Hz. Ebu Bekir ‘ra’), Aşere-i Mübeşşere ve Sahâbe-i Kirâma elbette reis-i cumhur (Cumhurbaşkanı) hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adâleti (gerçek adalet) ve hürriyet-i şer’iyyeyi (İslâmiyet’in tarif ettiği hürriyet) taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin (dindar cumhuriyetin) reisleri idiler.”

Evet, Üstadın târif ettiği hakikî Cumhuriyet buydu. Bir asırdır tatbik edilen idâre ve rejimi de, Üstad o şahane cümleleriyle şöyle anlatıyordu: “İstibdâd-ı mutlaka (mutlak baskı, diktatörlük) ‘cumhuriyet’ nâmı vermekle, irtidâd-ı mutlakı (kayıt altına alınmayan mutlak dinsizlik) rejim altına almakla, sefâhet-i mutlaka (mutlak ahlâksızlık, nefsin emrinde gitmek) ‘medeniyet’ ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye (keyfine göre, küfrü, zorla tatbik etmek)  ‘kanun’ ismini takmakla hem sizi iğfal (kandırma, aldatma) hem hükümeti işgal hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.”

İşte, tam ve hakikî bir Cumhuriyetin tarifini yapan, hasretini çeken Üstad, 1948 senesinde, zulmen ve haksız yere sokulduğu Afyon Hapishanesi’nde iken hapishane müdürü tahrik etmek için (cumhuriyet düşmanı zannediyorlar ya…) bir Cumhuriyet Bayramı’nda tahrik için koğuşuna bayrak astırır. Üstadın, bu harekete kızacağını zannederken, müdürün hiç ummadığı bir şekilde Üstad ona: “Müdür Bey, size teşekkür ederim ki, Kurtuluş Bayramı’nın bayrağını, benim koğuşuma astırdınız. Hareket-i Milliye’de, İstanbul’da İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvat-ı Sitte eserimi tâb ve neşri ile belki bir fırka kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki, Mustafa Kemal şifre ile iki defa Ankara’ya taltif için istedi. Hatta demişti: ‘Bu Kahraman Hoca bize lâzımdır.’ Demek benim bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır.” Tabiî bu oyun da aksülamel yapınca, hapishane müdürü şaşırıp kalıyor.

Evet, başta da söylediğimiz gibi, Üstad hakikî mânâda, dindar bir cumhuriyetçiydi ve onu istiyordu. Ama “cumhuriyet” ismi altında, mutlak keyfîlik ve kanunsuzluk yapan şahs-ı vahîdlik ile çeyrek asır kadar bu milletin anasını ağlattılar. (Ne garib ki, arada; Menderes ve Demirel gibi şahısların demokrat idâresinden sonra, şu anda da Türkiye, şahs-ı vahîd ile idâre ediliyor. Yâni, bir asır sonra, idâre olarak aynı noktadayız.) Dinsizliği, ahlâksızlığı ve bu milletin mayasında olmayan her türlü menfî işleri bu millete zorla yaptırmaya çalıştılar.

Bu menfîliklere son veren, Üstad Bediüzzaman’ın tarifinde kendini bulan, hakikî Cumhuriyeti istiyoruz. Ve bir asırdır, bu mânâdaki, hakikî Cumhuriyeti bekliyoruz…

Yıllarca ona; “Cumhuriyet düşmanı!” dediler. Haksız yere itham ettiler. Zulmettiler, sürgün ettiler, hayatını zindan edip, âdeta burnundan getirmeye çalıştılar. Defalarca zehirlediler. Ölüme mahkûm ettiler. Haksız yere hapsettiler!

Hakikî cumhuriyetçi” o iken ve bunu hayatıyla göstermişken, kendisine “Sen Cumhuriyetçi olamazsın; Cumhuriyet düşmanısın!” diyerek, onu ve dâvâsını yok etmeye teşebbüs ettiler. Hatta cumhuriyetçi, hem de gerçek mânâda bir “cumhuriyetçi” olduğunu defalarca ilân etmesine rağmen, bir Kurtuluş Bayramı gününde hapishanedeki odasının penceresine asılan bayraktan memnun olup, hapishane müdürüne bunun içi teşekkür etmesini bile hazmedemediler, tezyif ve tahkir etmeye çalıştılar.

Ama o ne yaptı? Yeri geldikçe, muhtelif zeminlerde hakikî Cumhuriyetçi olduğunu, fakat birileri gibi isim ve resimden ibaret değil “gerçek manada cumhuriyetçi” olduğunu ifade etti. Buna rağmen, halkın kendi kendini idare etmesinin rejimi olması icab eden Cumhuriyeti, birileri “içi boş, isim ve resimden ibâret, keyf-i küfrî’nin tatbik edildiği, tek adamın dizginleri eline alarak millete kan kusturduğu” bir rejim haline getirdiler.

Ne oldu, öyle oldu da? Bir Cumhuriyet bayramında, hapishane penceresinden bakarken şahit olduğu lise mektebinin kızlarının raksedişleri karşısında onların bu hâline üzülüp, istikbaldeki âkibetlerinin pekiyi olmayacağını müşahede ederek, o lise mektebindeki kızların şahsında bütün bir milletin, millet evlâdlarının istikballerinin kararmaması, onların cehenneme gitmemesi için uğraşan-didinen o büyük zatın sözleri kale alınmayıp, maalesef tersine yapılan icraatlarla, bugünkü sıkıntıların dâhi temelini teşkil eden uygulamalar yüzünden, bütün bir milletin huzurunu ve saadetini kaçırdılar.

Evet, biz o büyük zatın, yani Bediüzzaman Said Nursî’nin gerçek mânâdaki Cumhuriyetini istiyoruz! Milletin meşrû dairede, şahane bir şekilde hür olduğu, insanca yaşamak istediği hâllerin meydana gelmesini istiyoruz! Kimseye, ama hiç kimseye; dininden, dilinden, ırkından, cinsiyetinden, kılık kıyafetinden dolayı bir zulmün yapılmadığı, yapılmayacağı, hakikî mânâdaki Cumhuriyetimizi istiyoruz!

Benzer konuda makaleler:

4 Yorum

  1. Maşaallah Barekâllah. Rabbim, yüreğinize ve kaleminize sağlık, güç ve kuvvet versin. Çok isabetli ve güzel bir yazı olmuş.

  2. Söylemek isteyip te söyleyemedigim düşüncelerime tercüman olmuş bir yazı

  3. Yüz senenin çoğu da, “isimden ibaret bir Cumhuriyet” olmuştur.
    Biz Bediüzzaman Said Nursî’nin gerçek mânâdaki Cumhuriyetini istiyoruz!

  4. gercek cumhuriyetin ne oldugunu anlamak icin bu guzel gorusleri,bizimle tekrar paylastiginiz icin tesekkurler. Hakiki dindar manada cumhuriyetin uygulandığı günlerde buluşma dileğiyle . Selamlar ve dualar

1 Geri Dönüşüm

  1. Kemalist Cumhuriyet = Zümre Cumhuriyeti | EuroNur · SaidNursi.de

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*