Japonya büyük bir deprem ve tsunami felâketiyle sarsıldı. Felâket şimdiye kadar kayıtlara geçen beşinci büyük deprem olarak kabul ediliyor. Depremle denizde meydana gelen dev dalgalar da aynı şekilde en büyük tsunamilerden birisi… Depremin merkez üssünün karaya uzak olmasından dolayı can ve mal kayıpları fazla olmadı.
Musibetlere karşı elbette beşer olarak tedbir almak gerekiyor, çünkü neticenin ne olduğunu bilemiyoruz. Ancak musibet de her zaman bütün tedbirlere rağmen kaderde takdir edilen vazifesini yapıyor. Nükleer savaşlara ve saldırılara karşı savunma tedbirleriniz eksiksiz ise, yüzlerce atom bombası gücündeki depremlerle ve onların tehdit alanına giren nükleer santrallerdeki tehlikelerle karşı karşıya kalabiliyorsunuz. Depreme karşı her türlü tedbiri aldıysanız, bu sefer de dev deniz dalgaları sizi çaresiz bırakabiliyor. “Av ne kadar yol bilse, avcı o kadar hâl bilir” misâlinde olduğu gibi kader her zaman bir adım ilerde…
Âfetlerden, depremlerden ve diğer musibetlerden alınacak ders tam olmalıdır. Hadisenin sadece maddî tarafına bakmak musibetin şiddetlenmesine, devamına ve tekrarına sebep olacaktır. Eski çağlarda yaşamış olan Semud kavmi büyük bir zelzele ile helâk olmuştu. Ad kavmi onlardan ders alıp, kayaları oyarak kaleler gibi yıkılmaz saraylar inşâ etmişlerdi. Ancak Kur’ân-ı Kerim’de “sarsar” ismiyle zikredilen korkunç bir rüzgâr mağaraların kovuklarına kadar nüfuz edip canlı bırakmamıştı. Unutulan ve ihmal edilen; dersin mânevî tarafıydı. “Âlemlerin Rabbinin müsaadesi olmadan bir yaprağın bile kıpırdamadığı” hakikatından ders alınmaması ve isyana devam edilmesiydi.
Sürekli değişip dönüşen şu âlemde, her şey zaman ve mekân boyutlarında devam edip gidiyor. Bizi etkileyenler genellikle zaman ve mekân çizgilerinin kesiştiği anlardır. Ancak çizgileri takip edip geleceğe tedbir almak da insanın vazifesi… Zaman ve mekân derken meselâ; Japonya veya Endonezya’daki tsunami mi, yoksa Nuh tufanı mı bize daha yakındır? Eğer bugünkü haberleşme imkânları olmasaydı, Japonya’daki deprem ve tsunami hakkındaki bilgimiz tufandan az olacaktı. Birisiyle aynı zamandayız, ancak mekânımız farklı. Diğeri ile binlerce sene sonrayız ancak aynı mekândayız. Mekân birliği aslında daha korkutucu olmalıdır. Aynı mekânlarda aynı hadiselerin ve aynı musibetlerin tekrar etme ihtimali her zaman daha fazladır. Zaman ve mekân çizgilerinin şimdilik uzağımızdan geçmesi bizi yanıltmamalıdır. Çünkü kader henüz son noktayı koymamıştır.
Risâle-i Nur’da ifade edildiği gibi musibetler kaderden atılan ikaz taşları gibidir. Bir sürüdeki koyun bile sahibinin attığı taşın ikaz olduğunu anlar başkasının merasına girmekten vazgeçer. Ancak gafil insanoğlu, kader canibinden gelen taşa, kırk türlü gerekçe ve mazeret bulmakta mahirdir.
Musibetlerin diğer bir yönü de insanları monotonluktan kurtararak içinde bulundukları tehlikenin ve nimetin farkında olmalarını sağlamaktır. Depremler gerçekte nasıl bir yeryüzünde yaşadığımızın farkına varabilmek için bir hatırlatmadır. Bir yıldızdan kopmuş cehennemî bir ateşle yanan, taşların ve madenlerin sıcaklıktan eriyip aktığı, sürekli kaynayan ve hareket eden bir ateş kürenin üzerinde oturuyoruz. Üzeri bir meyveye nispeten kabuk kalınlığında bir toprak üzerine, ebedî kalacakmış gibi evler, saraylar, yollar ve daha nice mekânlar yapmışız. Etrafı derin denizler ve dev okyanuslar ile çevrili ince ve kırılgan bir toprak üzerine güya ayağımızı sağlam basmışız. Böyle bir yerkürede yaşayan insanoğlu adımını her zaman dikkatli atmalı.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de bize verdiği nimetleri sayarak: “Size zemini, güzel serilmiş bir beşik; dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık yaptık” demiştir. Yeryüzü, uçsuz bucaksız uzay içerisinde tehlikeler arasında bir beşik gibi emniyetli ve rahat olarak yaratılmıştır. Yerkabuğu, diğer tabakalara nispetle bir mektup kâğıdı kadar ince olmasına rağmen, milyarlarca bitkinin ve hayvanın vatanı, petrolden, elmasa; demirden uranyum gibi radyoaktif maddelere kadar pek çok elementin hazinesi olarak, her bir harfinde bir kitap kadar mânâ olan İlâhî bir mektup halinde yaratılmıştır.
Her bir musibette ve felâkette bu nimetler hatırlanmalı ve sayısız tehlikelerden de korunduğumuz için Cenâb-ı Hakk’a şükretmeliyiz.
Hastalık gibi musibetler nasıl vücudumuzun taştan demirden olmadığının bir ikazı ise, deprem gibi felâketler de üzerinde yaşadığımız toprağın, yıkılmaz ve daimî olmayıp, her an dağılıp alt-üst olmaya hazır olduğunun şiddetli bir hatırlatmasıdır.
Nasıl ki, küçük küçük dereler çaylar birleşip nehir olur ve en nihayetinde denize dökülürse, depremler gibi büyük felâketler de en nihayetinde daha büyük bir depremin yani kıyametin habercisidir. Felâketlerin büyüklüğü kıyametin çok da uzak olmadığının işaretidir.
Yazımızı On Dördüncü Söz’den bir paragraf ile bitirelim: “Nasıl ki bir gün gelecek, şu musahhar zemin, yüzünün ziyneti olan âsâr-ı beşeriyeyi (insanların eserlerini) şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bulur. Hâlık’ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah’ın emriyle ehl-i şirki Cehennem’e döker; ehl-i şükre ‘Haydi, Cennet’e buyurun’ der.”
Âfetlerden, depremlerden ve diğer musibetlerden alınacak ders tam olmalıdır. Hadisenin sadece maddî tarafına bakmak musibetin şiddetlenmesine, devamına ve tekrarına sebep olacaktır. Eski çağlarda yaşamış olan Semud kavmi büyük bir zelzele ile helâk olmuştu. Ad kavmi onlardan ders alıp, kayaları oyarak kaleler gibi yıkılmaz saraylar inşâ etmişlerdi. Ancak Kur’ân-ı Kerim’de “sarsar” ismiyle zikredilen korkunç bir rüzgâr mağaraların kovuklarına kadar nüfuz edip canlı bırakmamıştı. Unutulan ve ihmal edilen; dersin mânevî tarafıydı. “Âlemlerin Rabbinin müsaadesi olmadan bir yaprağın bile kıpırdamadığı” hakikatından ders alınmaması ve isyana devam edilmesiydi.
Sürekli değişip dönüşen şu âlemde, her şey zaman ve mekân boyutlarında devam edip gidiyor. Bizi etkileyenler genellikle zaman ve mekân çizgilerinin kesiştiği anlardır. Ancak çizgileri takip edip geleceğe tedbir almak da insanın vazifesi… Zaman ve mekân derken meselâ; Japonya veya Endonezya’daki tsunami mi, yoksa Nuh tufanı mı bize daha yakındır? Eğer bugünkü haberleşme imkânları olmasaydı, Japonya’daki deprem ve tsunami hakkındaki bilgimiz tufandan az olacaktı. Birisiyle aynı zamandayız, ancak mekânımız farklı. Diğeri ile binlerce sene sonrayız ancak aynı mekândayız. Mekân birliği aslında daha korkutucu olmalıdır. Aynı mekânlarda aynı hadiselerin ve aynı musibetlerin tekrar etme ihtimali her zaman daha fazladır. Zaman ve mekân çizgilerinin şimdilik uzağımızdan geçmesi bizi yanıltmamalıdır. Çünkü kader henüz son noktayı koymamıştır.
Risâle-i Nur’da ifade edildiği gibi musibetler kaderden atılan ikaz taşları gibidir. Bir sürüdeki koyun bile sahibinin attığı taşın ikaz olduğunu anlar başkasının merasına girmekten vazgeçer. Ancak gafil insanoğlu, kader canibinden gelen taşa, kırk türlü gerekçe ve mazeret bulmakta mahirdir.
Musibetlerin diğer bir yönü de insanları monotonluktan kurtararak içinde bulundukları tehlikenin ve nimetin farkında olmalarını sağlamaktır. Depremler gerçekte nasıl bir yeryüzünde yaşadığımızın farkına varabilmek için bir hatırlatmadır. Bir yıldızdan kopmuş cehennemî bir ateşle yanan, taşların ve madenlerin sıcaklıktan eriyip aktığı, sürekli kaynayan ve hareket eden bir ateş kürenin üzerinde oturuyoruz. Üzeri bir meyveye nispeten kabuk kalınlığında bir toprak üzerine, ebedî kalacakmış gibi evler, saraylar, yollar ve daha nice mekânlar yapmışız. Etrafı derin denizler ve dev okyanuslar ile çevrili ince ve kırılgan bir toprak üzerine güya ayağımızı sağlam basmışız. Böyle bir yerkürede yaşayan insanoğlu adımını her zaman dikkatli atmalı.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de bize verdiği nimetleri sayarak: “Size zemini, güzel serilmiş bir beşik; dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık yaptık” demiştir. Yeryüzü, uçsuz bucaksız uzay içerisinde tehlikeler arasında bir beşik gibi emniyetli ve rahat olarak yaratılmıştır. Yerkabuğu, diğer tabakalara nispetle bir mektup kâğıdı kadar ince olmasına rağmen, milyarlarca bitkinin ve hayvanın vatanı, petrolden, elmasa; demirden uranyum gibi radyoaktif maddelere kadar pek çok elementin hazinesi olarak, her bir harfinde bir kitap kadar mânâ olan İlâhî bir mektup halinde yaratılmıştır.
Her bir musibette ve felâkette bu nimetler hatırlanmalı ve sayısız tehlikelerden de korunduğumuz için Cenâb-ı Hakk’a şükretmeliyiz.
Hastalık gibi musibetler nasıl vücudumuzun taştan demirden olmadığının bir ikazı ise, deprem gibi felâketler de üzerinde yaşadığımız toprağın, yıkılmaz ve daimî olmayıp, her an dağılıp alt-üst olmaya hazır olduğunun şiddetli bir hatırlatmasıdır.
Nasıl ki, küçük küçük dereler çaylar birleşip nehir olur ve en nihayetinde denize dökülürse, depremler gibi büyük felâketler de en nihayetinde daha büyük bir depremin yani kıyametin habercisidir. Felâketlerin büyüklüğü kıyametin çok da uzak olmadığının işaretidir.
Yazımızı On Dördüncü Söz’den bir paragraf ile bitirelim: “Nasıl ki bir gün gelecek, şu musahhar zemin, yüzünün ziyneti olan âsâr-ı beşeriyeyi (insanların eserlerini) şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bulur. Hâlık’ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah’ın emriyle ehl-i şirki Cehennem’e döker; ehl-i şükre ‘Haydi, Cennet’e buyurun’ der.”
Benzer konuda makaleler:
- Ölü sayısı artıyor
- Kıyamet Gibi
- Japonya’dan bir nur mektubu
- Japonya insanî vazifesine dönecektir
- İlahi ikazın rahmete dönüşü mümkün mü?
- Nükleer Tsunami
- Küçük kıyamet: Maraş ve Hatay depremi
- Masumlar neden zarar görüyor?
- İlâhî Ya Rabbi!
- Elazığ depremi ve Yüsra bebek
İlk yorum yapan olun