Fizik alemde “sebep-sonuç” bağlantısı ve “kanun-emir”, “namus-irade” ilişkisi

Teorik fizik alanında çalışanlar kâinatın var oluşu, çapı ve yaşı konusunda hangi tahminlerde bulunurlarsa bulunsunlar ya da hangi spekülasyonlar içinde olurlarsa olsunlar; düzenli, kusursuz ve mükemmel işleyen bir fizikî âlemde yaşadığımız gayet aşikâr görünüyor.

Kendi anatomik yapımızdan yer küresindeki canlılara, güneş sisteminden galaksilere kadar bütün varlık âleminin eşsiz bir nizam ve mükemmel bir sistem içinde işlediği hem basit gözlemlerimizle müşahede ediliyor, hem de bütün fizik bilimlerinin çalışmalarıyla ortaya konuluyor.

Astronomi ilmine göre ağırlıklı olarak hidrojen ve helyumdan oluşan plazma küresi demek olan “yıldızlar” tıpkı dünyamızdaki varlıklar gibi doğuyor ve ölüyorlar. Yıldız ve yıldız kümelerinden oluşan gök adalar anlamındaki “galaksiler”in de tıpkı yıldızlar gibi doğup öldükleri yahut var olup daha sonra varlıklarının sonlandığı ifade olunuyor. Fakat biz gerek yıldızların, gerekse galaksilerin var oluşunu ve dev patlamalarla enerji salarak fizikî varlıklarını sonlandırdıklarını görmüyoruz. Bu alandaki bilgilerimiz ilgili disiplinin araştırma ve çalışmalarına dayanıyor. Bu çalışmaların bir kısmı ispatlanmış fizikî gerçeklik, bir kısmı ise teori niteliğinde olup her zaman tashih ve tadile muhtaç görünüyor.

Sözü getirmek istediğimiz husus, -eğitim seviyemiz ne olursa olsun-, herkesin, hepimizin yaşadığımız fizikî çevrede gördüğü, gözlemlediği, hatta bir kısmını şahsî hayatında tecrübe ettiği gerçeklikler. Söz gelimi, bir armutun veya kayısının yahut portakalın oluşumunu görüyoruz. Bir güvercin yavrusunun yumurtadan çıkıp varlığa merhaba dediğini veya bir kuzunun doğup narin bacaklarıyla annesine doğru yürümeye çalıştığını veya anne karnında bir ceninin belli aşamalardan geçip bebek olarak gözlerini açtığını görüyoruz, biliyoruz. Yine yakın çevremizde suyun belli sıcaklıkta kaynadığını, yüksekten bıraktığımız bir cismin belli bir hızla yere indiğini, bulutların toplanıp kimi zaman yağmur olarak damla damla düştüğünü, arının bal yaptığını, ineğin süt verdiğini… sayısız örneklerle fark ediyoruz, görüyoruz…

İşte yazıya konu olan paragraf tam da buna işaret ediyor. Paragrafın başındaki ifadeler şöyle: “Esbâb-ı zâhiriye pek basit, mahdut, fakir, câmid, şuursuz, iradesiz ve kanunlar kısmı da itibarî, mevhum şeylerdir. Müsebbebâtta bulunan harika nakışlar, zinetler, garip ve acip sanatların o gibi kıymetsiz esbâb ile kat’iyyen münasebeti yoktur” (Mesnevî-i Nuriye, Katre, s. 50).

Görüldüğü gibi metin gayet yalın olarak, “sebep”ler ile, onlarla ilişkili olarak ortaya çıkan “sonuçlar”ı karşılaştırarak sebeplerin basit, mahdut, fakir, şuursuz, iradesiz; kanun kısmının da itibarî ve vehmî olduğunu belirtip, müsebbebâtın, yani ortaya çıkan neticelerin zinetli, ilginç, sanatlı ve dikkate değer olduğunu zikrederek sebeplerin, sonuçların meydana gelmesinde rolü olmadığını ifade ediyor. Gerçekten, herhangi bir şartlanmaya girmeksizin baktığımızda, sebeplerin, daha doğrusu sebep gibi görünen şeylerin, sebeplerle bağlantılı olarak ortaya çıkan sonuçları meydana getirmede tesirinin olmadığını, olamayacağını teslim ediyoruz. Söz gelimi portakalı ağaçtan alıyoruz. Görünürde ağaç sebep, portakal müsebbep, yani sonuç durumunda. Ağacın ilmi, bilinci, muhakemesi, şefkati… olmadığı aşikâr. Ama portakala baktığımızda anlamlı, sanatlı, zinetli olduğunu görüyoruz. Nitekim uzmanlar portakalın harika bir besin kaynağı olduğunu, içinde başta C vitamini olmak üzere değişik oranlarda B1, B2, B3, B6, B9 vitaminleri olduğunu, ayrıca vücut için çok önemli olan demir, kalsiyum, magnezyum, fosfor, potasyum ve çinko gibi elementlere sahip bulunduğunu ifade ediyorlar. Ayrıca dış görünüşü itibariyle kabuğundan dilimlerine kadar belli bir sanat ve zinet vasfı taşıdığı da görülüyor. Böyle bir sonucu ya da ürünü, “sebep” olarak görünen ağaca vermeyi hiçbir aklın kabul edemeyeceği açık. Kaldı ki bir portakalın oluşmasında ağaç sebep olsa, bu ağacın topraktan güneşe kadar bütün varlıklara söz geçirmesi gerektiği de ortada.

Sebep ile o sebebe bağlı imiş gibi görünen sonuçları aynı mantıkla kıyasladığımızda, sebeplerin sonuçları meydana getirmede hiçbir tesirinin olmadığı, olamayacağı son derece açık ve yalın bir hakikat olarak karşımıza çıkar, çıkıyor. Ağaç-portakal örneğine arı-bal, inek-süt, koyun-kuzu, anne-bebek gibi sayısız örnekler eklenebilir. Nitekim metin, devam eden cümlelerde, insan bedenindeki hücrelerin mükemmel yapılarının, kuvve-i hafızanın, konuşma ve düşünme gibi özelliklerin… hiçbir şekilde sebeplere verilemeyeceğini ifade ediyor. Müellifin başka yerlerdeki açıklamasından hareketle buna kelime-i tevhidin ilk kısmı itibariyle “lâ ilâhe” hakikati deniyor. Yani sebepler “yapıcı” değildir, “müessir” değildir, “ilah” değildir.

Varlıkların yahut olayların meydana gelişinde “sebep” gibi gördüğümüz şeyler “ilah” değilse, ilah olamazlarsa peki ilah kimdir, ya da bu fiil ve olayların faili kimdir sorusuna metin şu cevabı veriyor: “Ancak o gibi müsebbebât (sebeplerle bağlantılı gibi ortaya çıkan sonuçlar) gayr-ı mütenahi bir kudret ile bir ilim ve bir iradeyi iktiza ediyorlar. Bu hakikate binaen sabittir ki kevn ve vücutta müessir-i hakikî, ancak kudreti gayr-ı mütenahi bir Hâlik-i Kadîr’dir…” Buna da kelime-i tevhidin ikinci kısmı olarak “illâllah” deniyor. Yani madem ki bir meyvenin meydana gelmesinde ağacın tesiri yoktur, o halde o meyveyi kopardığımız ağacı da, toprağı da, güneşi de… yaratan sonsuz kudret ve ilim sahibi olan Allah’tır.

Sebeplerin gerçekte müessiriyetinin olmadığını temellendirdikten sonra metin, “Esbâb ise bahanelerdir, vesâit de perdelerdir” diyerek ulaşılan sonucu hükme bağlıyor. Devam eden cümlelerde, “Havâs ve hâsiyetler dahi, kudretin tecelliyatına ve lem’alarına isim ve unvanlardır. Hem kanun ve nevâmis denilen şeyler, ancak ilim ile irade ve emrin envaa olan tecellilerinin isimleridir” kaydını düşüyor. Nihayet paragraf, “Evet, kanun emirdendir, nâmûs iradedendir” vecizesi ile bitiyor.

İfade etmek gerekir ki on beş satırdan oluşan bu kısa paragraf pozitivist felsefenin “kozalite” ya da “nedensellik” diye adlandırıp milyonları inkâra sevk ettiği yaklaşımın temelsizliğini ortaya koyan bir mahiyet taşıyor. “Olay ve olguların birbirine belirli bir şekilde bağlı olması, her sonucun bir sebebi olması veya her sonucun fizik âlemin içinde bir sebebe bağlanarak açıklanabilir olması yahut en genelde, aynı sebeplerin aynı şartlarda aynı sonuçları doğuracağı” üzerine kurulan bu felsefî yaklaşım, doğru ile yanlışın karıştırıldığı ve nihayetinde yanlışın “doğru” gibi öne sürüldüğü felsefî bir nazariye olarak görünüyor. Elbette âlemde, olay ve olgularda “sebep-sonuç” zincirine bağlı bir tablo gözleniyor. Meyveyi ağaçtan alıyoruz, güvercin yavrusu güvercin yumurtasından çıkıyor, su belli sıcaklıkta kaynıyor, yukarıdan bırakılan bir cisim yere düşüyor. Ama sebepler ile, sebeplere bağlı ortaya çıkan neticelerdeki düzen, hikmet ve güzelliği yan yana getirdiğimizde sonuçların sebeplerin ürünü olmasının imkânsızlığını kolayca fark ediyoruz. Bu, sebepleri inkâr etmek olmayıp sebeplerin müessiriyetini reddetmek anlamına geliyor. Pozitivist felsefe ise “fiziksel olayların ancak fiziksel gerçeklerle anlaşılabileceği” saplantısının gereği olarak metafiziği ve teolojiyi inkâr ettiği için sebepleri “gerçek neden” olarak ifade etmek zorunda kalıyor.

Metnin son cümlesi olarak yer alan, “Kanun emirdendir, nâmûs iradedendir” cümleciği de hem pozitivist felsefenin temel argümanını yıkıyor, hem de tevhiddeki “emir” ve “irade” ayırımına ilişkin çok önemli açılımlara işaret ediyor.

Bilindiği gibi fizikî âlemde “kanun” ya da “yasa” belirli şartlar altında, her zaman, belirli sonuçların ortaya çıkmasına verilen addır. Kimileri bunu, kâinatta uzun dönem gözlemlere dayalı olarak tesbit edilen ve tüme varımla (istikra) genelleştirilen fenomenler, şeklinde tanımlıyor. Adına ister tabiat kanunları ister doğa kanunları, ister fizik kanunları denilsin, sonuçta bu kavramla dile getirilen husus, fizik âlemde süreklilik içinde müşahede edilen tablonun bir şeklide açıklanması, bir tür ifadeye büründürülmesidir. Meselâ Türkiye’de şu aylarda havalar soğur; meselâ canlılarda nesillerin devamı erkek ve dişilerin birleşmesiyle sağlanır; meselâ bir sıvı içindeki katı bir cisim taşırdığı sıvının ağırlığına eşit bir batmazlık kuvveti ile yukarıya itilir; meselâ su kendi yoğunluğundan daha az yoğunluğa sahip olan cisimleri yüzeyine doğru sevk eder, meselâ kütleli her şey birbirine doğru hareket eder, meselâ yukarıdan bıraktığımız bir cisim yere düşer, meselâ ateş yakar, meselâ su şu şartlarda donar, meselâ güneşin etrafındaki gezegenler kütle çekimi sebebiyle uzayda savrulmazlar… gibi birçok örnekler zikrolunabilir.

Fizikî âlemde gözlemlediğimiz ve tecrübe ettiğimiz bu fonksiyonların bir kısmı kuvvet, bir kısmı prensip, bir kısmı kanun diye anılsalar da sonuçta bunlar vakıaları açıklamaya yönelik “ifadeler” olup ontolojik varlıkları yoktur. Nitekim meselâ, kütle çekim kanunu yahut kuvveti, “gezegenler, yıldızlar ve galaksiler de dahil olmak üzere kütleli her şeyin birbirine doğru çekildiği fenomen”dir. Yani kütle çekimi kanunu diye dışsal yönü olan bir varlık yoktur. Bunlar, meselâ coğrafyada bazı konuları daha rahat anlamak veya anlatmak için dünyayı kuzey ve güney küre diye birbirinden ayıran hayalî dairesel hat demek olan ekvator çizgisi gibidir. İşte fizikî âlemde “kanun” diye anılan şeyler de vehmî hat yahut adlandırmalardır. Meselâ bir adam her sabah aynı saatte filanca otobüs durağının yanından geçiyorsa, biz o adam için “böyle bir kural var yahut prensip var” diyebiliriz, ifade olarak. Ama gerçekte fiziken böyle kural veya prensip gösteremeyiz. Olan şey söz konusu şahsın “âdet”inden ibaret olup, onun bu âdetinin tarafımızdan ifade edilmesidir. İşte yaratılışta “kanun” dediğimiz şey, Yaratıcının âdetinden ibarettir. Şu kadar var ki Yaratıcının bu âdeti “ıttırad” yani peş peşelik ifade ettiği için biz bunu “kanun” diye ifade ediyoruz. Bu yüzden kanunlara “âdetullah” yani Allah’ın âdetleri de denilir.

Yaratıcının varlık, olay ve olguları var etme âdeti “emir” ile gerçekleşiyor. Nitekim âyette, “O, bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri “ol” demektir; o da hemen oluverir” (Yasin 36/82) buyruluyor. İşte metinde, “kanun emirdendir” ifadesi buna işaret ediyor olmalıdır. Yaratıcı, tanım gereği, mutlak olduğu, mutlak olması gerektiği için O’nun ilmi de mutlak olup her şeyi içine almıştır. O halde O’nun bir şeyi “emir”le yaratması, bu bağlamda, ilminde olana kudretinin taalluk etmesi demek oluyor.

Nâmûs kelimesine (çoğulu nevâmis) gelince, bu da temelde kanun anlamına geliyor. Ağırlıklı görüş olarak kelimenin aslının kanun anlamında Grekçe nomos olduğu söylenmekle birlikte, Arapça’da sır saklamak anlamındaki “nems”ten geldiğini ifade edenler de var. Risalelerde kanun ve nâmûsun birbiriyle ilişkili kavramlar olarak birçok yerde kullanıldığını görüyoruz. Bu kullanımlarda bazen eş anlamlı, bazen de aralarındaki nüansa işaret ediliyor. Meselâ şu cümlede bu iki kelime birbirinin müteradifi olarak kullanılıyor: “Şu hilkatte câri olan nâmûslar, kanunlar kâinatın hayattar olmasına kâfi gelir. Çünkü cereyan eden nâmûslar, şu hükmeden kanunlar itibarî emirlerdir, vehmî düsturlardır, ademî sayılır.” (Sözler, 29. Söz, s. 483) Yazıya konu olan metinde ise “kanun emirdendir, nâmûs iradedendir” denilerek aradaki nüansa işaret ediliyor.

Nedir bu nüans? Risaleler’de Üstad Hazretleri yine “kanun” anlamına gelen “şeriat”ı ikili bir tasnif içinde şöyle veriyor: a) İrade ve kudret sıfatından gelen şeriat-ı fıtriye, b) Kelâm sıfatından gelen şeriat-ı diniye. Yine Risalelerde şeriat-ı fıtriyeye dair bazı açıklamalarda “kanun” kelimesi kullanılıyor. Meselâ, “Esbâb bir perde-i zahiriyedir; tabiat, bir şeriat-ı fıtriyesidir ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve kudretinin bir mistarıdır.” (Sözler, 30. Söz, s. 539) ifadesinde olduğu üzere. O halde şeriat-ı fıtriye için “kanun” kelimesi kullanılıyorsa, -açık bir kullanıma rastlamamış olmakla beraber-, şeriat-ı diniye için “nâmûs” kelimesi kullanılabilir. Diğer bir tabirle yaratılış âlemindeki düzen “İlâhî kanunlar” (kavânin-i İlâhî) olarak anılıyorsa, insan topluluklarına yönelik olan şer’i kanunlar için “nâmûs” (nevâmis-i İlâhî) denilebilir. Nitekim şer’î hükümleri ulaştırmakla yükümlü olan Cebrail’in (as) hadis kaynaklarında “nâmûs-u ekber” olarak anılması (Buharî, “Bed’ü’l-vahy”, 3) bunun işareti sayılabilir. Diğer taraftan nâmûs kelimesinin dilimizde “iffet, ahlâk kurallarına bağlılık” şeklinde bir anlama sahip kılınması da bu kelime ile ifade edilen “kanun”ların âlemdeki düzeni ifade eden kanunlardan ziyade sosyal hayatı düzenleyen İlâhî esaslar olduğu fikrini pekiştiriyor.

Anlamaya çalıştığımız paragraftaki, “nâmûsun iradeden” olduğunun belirtilmesi bütün dinî ahkâmın yani şer’î hükümlerin, prensiplerin, emir ve yasakların Allah’ın iradesine dayandığını ifade ediyor, diye anlaşılıyor. Ancak fıtrî şeriatın hükümleri de yine O’nun irade ve kudretinden geldiğine göre nâmûsun, yani şer’î ahkâmın iradeden gelmesi, fıtrî şeriattan farklı olarak bunlara kudretin taalluk etmemiş olmasıyla açıklanabilir, görünüyor. Zira fıtrî kanunlara iradenin yanında kudret de taalluk etmiş, ahkâm-ı diniye ise mücerret olarak vaz edilmiştir.

Öte yandan “nâmûs iradedendir” sözüyle daha çok ahkâm-ı şer’iye kast ediliyorsa, kanun emirden olduğuna, o da kudret ve iradeden geldiğine göre niçin şeriat-ı diniye için “kelâm sıfatından gelen” diye bir tabir kullanılıyor sorusu akla gelebilir. Bu da bir dilbilimcinin, “Anlam sözlükten değil bağlamdan çıkar” dediği üzere bağlamla ilgili olabilir. Zira kelâm âlimlerinin belirttiği üzere Allah’ın sıfatları Zât ile ilişkisi bakımından “ne aynî, ne gayrî” özelliği arz ettiği gibi, birbirleriyle ilişkisi bakımından da “ne aynî-ne gayrî” özelliği arz eder. Dolayısıyla bağlam gereği “kelâm sıfatından geldiği” ifade olunan şerait-ı ahkâmiye aynı zamanda irade sıfatından da gelir, gelmektedir denilebilir.

“Tevhid denizinden bir katre” olarak anılan Risaledeki bu paragraf benim dünyamda bütünüyle açılmasa bile sebeplerin neticeleri meydana getirmede müessiriyetinin olmadığı, Yaratıcının mahlûkatı “mübaşeretsiz” yarattığı, kimilerince “doğa yasası” diye anılan fıtrî şeriatın O’nun irade ve kudret sıfatından gelen “kanun”lar olduğu, ama bunların dışsal varlığı olmayıp âdetullah olduğu, yine kanun anlamına gelen nâmûsun bazen âdetullah anlamında “kanun” ile eşanlamlı olduğu, bazen de dinî ahkâma işaret ettiği, fıtrî şeriatın irade ve kudretten, dinî şeriatin ise bir bağlamda kelâm sıfatından, başka bir bağlamda kudretin taalluku söz konusu olmaksızın irade sıfatından geldiği… gibi konularda tefekkür etmeme yol açtı. Muhakkak ki tashih ve tadile müsait boyutları olan bu tefekküre vesileliği için ilgili paragrafı paylaşıp gönderen Nur Talebesi değerli dostuma hem teşekkür, hem duâ ediyorum.

Prof. Dr. İlyas Üzüm

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*