Dinle ilgili sosyal bilimlerin, imanın mahiyet ve akislerine dair tesbit ve tahlilleri ne olursa olsun, gerçekte imanın bilgi ve amel boyutu olduğu muhakkaktır.
Bilgi boyutu vardır; çünkü iman ‘ütopya’ üzerine değil müstakil ontolojik gerçekliği olan bilgi, açıklama ve kavrayışa dayanır; keza amel boyutu vardır; çünkü belli bilgi, açıklama ve kavrayışlar bir şekilde kişinin yapıp-etmelerine yansır. Elbette bu; imanın sadece bilgi ve amele indirgenmesi anlamına gelmez.
Burada temas etmek istediğimiz husus imanın bilgi boyutu ile ilgili yönlerinden birine küçük bir işarette bulunmaktır: “Bilgilendirme amacı içinde olmak değil, bilgilenme amacı içinde olmak”.
Hayatın hayatı olan iman tıpkı hayat gibi oksijene, ışığa, suya ve gıdaya ihtiyaç duyar. Bilgi imanın tesisi, korunması ve güçlenmesi için, -tabir caizse- bu okumalar başkalarını bilgilendirme amaçlı olmaktan çok ferdi olarak bilgilenme amaçlı gerçekleşmelidir.
İmanın ‘bilgi’ boyutunu sağlayan en güçlü unsur ise Kur’ân okumaları ve Kur’ân’ın verdiği bakış açısıyla varlık ve kâinat okumalarıdır. Tefekkürle bu okumaların tekrar tekrar hatırlanması, pekiştirilmesi ve genişletilmesidir. Namazda “kıraatın yani Kur’ân’dan bir parça okumanın farz olması, aslında böyle bir hikmete bakar. Ana dili Arapça olmayan ve Kur’ân kıraatinde ‘mânâ’ya nüfuz edemeyen insanlar için ise imanın bilgi boyutu dinî kitaplar, özellikle de tefsirler vesilesiyle karşılanır. Hayatında Kur’ân ya da Kur’ânî açıklamaları okumaya yahut dinlemeye dayalı ‘bilgilenme’ bulunmayan insanlar enerjisiz bırakılan organizmalara benzer. Yaşayıp yaşamayacağı ya da nasıl ve ne kadar yaşayacağı meçhuldür.
Peki, ister doğrudan Kur’ân okumaları ister Kur’ânî mesajlara dayalı kitapların okunmasında kişi bilgilenme amaçlı mı okumalı yoksa başkalarını bilgilendirmeye dayalı bir yol mu izlenmelidir?
İşte iman ve usûl ana başlığında değinmek istediğimiz husus tam da budur.
Önce bu sorunun cevabını net olarak verelim: Okumalar kesinlikle “bilgilendirmek için değil, bilgilenmek” için olmalıdır.
Bilgilendirme ile bilgilenme arasındaki fark gayet açıktır. İlki kişinin kendisinden ziyade başkasını muhatap olarak belirleme, ikincisinde ise doğrudan kişinin kendisini muhatap almasıdır. Bilgilendirme amacıyla okuyan kişi aslında “mal sahibi” olamaz, olsa olsa ‘tevziatçı’ olur, aldığını başkasına nakleder. Oysa iman toplumsal değil, ferdidir. Her fert iman esaslarını bizzat kendisi, onaylama mercii olan ‘kalbi’ ile tasdik etmekle yükümlüdür. Öyleyse kişi Kur’ân’ı ve Kur’ânî kitapları öncelikle başkalarına bilgi aktarmak amaçlı değil, bizzat kendi ihtiyacını karşılamak, kendi hazinesini doldurmak için okumalıdır.
Diğer taraftan ‘bilgilendirme’ merkezli okumaların arka fonunda kişinin kendisini “müstağni görmesi”, bir şekilde kendisini muhatabın üstünde tasavvur etmesi, ayrıca sahip olduğu bilgiyi kendine izafe etmesi gibi tehlikeli tutumlar vardır.
Çünkü Kur’ân’ın ilk nazil olan âyetlerinde belirtildiği üzere “kişinin kendisini müstağni görmesi tuğyana yani azgınlığa düşmesine yol açar.” Kişinin kendisini üstün görmesi yani bir nevi tekebbür içinde olması ise yine âyetlerde dikkat çekildiği üzere şeytanî bir tutumdur, kişiyi şeytana dost kılar. Keza “hasene” olan hakikatin bilgisi ise yine âyette belirtildiği üzere her hasene gibi İlâhî kaynaklıdır.
Bilgilenme amaçlı okumaların temelinde ise kişinin kendisini “muhtaç görmesi” keyfiyeti vardır. Kendisini muhtaç gören arayışa girer, matlubunu (isteklerini) “Kâdiyu’l-hâcât” olan Allah’tan ister.
Kur’ân’ı ve Kur’ânî eserleri bu muhtaciyet, bu talep ve duâ içinde okur. Anladıklarını –deyim yerindeyse- emer, sindirir, içselleştirir. İçselleştirme ameliyesinden sonra bunları “kendisini muhtaç gören” kimselerle paylaşır, teâti eder, kendisini de muhatap addederek müzakere eder.
Peygamberlerin vahiy karşısındaki tutumlarını, -bir yönüyle- buna benzetebiliriz. Onlar vahiy mesajlarını ilkin kendilerine muhatap kılmış, önce kendileri tasdik etmiş, sindirmiş, hayatına taşımış, sonra da görevleri gereği bunu başkalarına tebliğ etmişlerdir.
İnsanın başkaları için değil, öncelikle kendisi, kendi nefsi için okuması gerektiği, sonraki safhalarda ise, kişinin kendisini de muhatap kılarak, ihtiyaç duyan başkalarıyla da paylaşabileceği Risale-i Nur müellifinde çok bariz olarak görünüyor. O daha Küçük Sözler’in başında şöyle diyor: “…Ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim sekiz sözü biraz uzunca nefsime demiştim.
Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin”. Başka bir yerde de “…Madem nefsim emaredir. Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Öyleyse nefsimden başlarım” diyerek aynı hususa dikkat çekiyor.
Sonuç olarak mü’mine ebedî kurtuluş sağlayan imanın hem tesisinde hem korunması ve güçlendirilmesinde önemli unsurlardan biri olan “bilgilenme” öncelikle Kur’ân’dan ve Kur’ân’a dayalı olarak yazılan kaynaklardan karşılanmalı, ancak bu okumalar başkalarını bilgilendirme amaçlı olmaktan çok ferdî olarak bilgilenme amaçlı gerçekleşmelidir.
Bu durum aynı zamanda kişinin, muhatapları bakımından güven ve emniyet duyulmasının ve mesajının kabul görmesinin de temel esasıdır.
Hüseyin Şahinoğlu
Benzer konuda makaleler:
- Risâle-i Nur okumalarında mükemmellik ve kalite
- Risale-i Nur okumaları ihtimam ister
- Risale-i Nurları kim izah edebilir?
- Ay ışığı okumaları
- Risale-i Nur okumalarında hususî bir kast
- Gerçek okumaları yakalayabilmek
- Satır satır…
- Okumalarda dürüstlük!..
- Risale okumalarında cesaret…
- Üstad’la birlikte olmak…
“Asrın müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin telif ettiği Risale-i Nur’ların medyadaki katıksız dili olmaya özen gösteren Yeni Asya, sağduyulu çizgisinden ödün vermeden ‘doğrunun yanında haklının sesi’ olarak milletimizin gönlünde taht kurmuş bir misyon gazetesidir.”
İlk yorum yapan olun