Zübeyir Ağabeyi, resmî ismini kullanarak “Ziver Bey” diye anan Ahmet Remzi Hatip Bey, Tarihçe-i Hayat’ta geçen “Üniversite Nur Talebeleri namına Siyasal Bilgiler Fakültesinden Ahmet Atak” imzalı mektubun sahibi…
*Ahmet Remzi Hatip kimdir? Bize kendinizi tanıtır mısınız?
1930 Aydın Bozdoğan doğumluyum. İlk, orta ve lise tahsilimi Karaman ve Konya’da tamamladım. Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültelerini bitirdim. Göreve kaymakam olarak başladım. Bir süre sonra serbest hayata geçerek tarım ile uğraştım. Daha sonra tekrar kamu görevi alarak İzmir Büyükşehir Belediyesinde müdürlükler yaparken tarım ile ilgili faaliyetlerim dolayısı ile narenciye ihracatı konusunda köylüyü teşkilâtlandırmak amacıyla, DPT’ye, Yatırımları ve İhracatları Teşvik Kurulu Başkanlığına getirildim. Teşvik Kanununu çıkarttık.
12 Mart muhtırasından sonra Sanayi Bakanlığı Müşavirliği ve Sanayi Bakanlığı İzmir Bölge Müdürlüğü yaptım. 1975’te bu görevde iken Konya Senatörü adayı oldum. 1980 ihtilâline kadar Meclis’te Konya Senatörlüğü yaptım. 1991 yılında Meclis’e tekrar Konya milletvekili olarak girdim. 1996’dan beri bu görevim dışında hayatımı sürdürüyorum. Eski Diyanet İşleri Başkanı Lütfü Doğan Hocamızla (kendisi Gümüşhane eski milletvekilidir) kurmuş olduğumuz İslâmî İlimleri Araştırma ve Yayma Vakfı mütevelli heyet üyesiyim. Yüze yakın ilahiyat öğrencisi ile ilgileniyoruz. Evliyim; dört çocuğum var. Annem Kayserili, babam Kerküklü’dür.
*Zübeyir Ağabey ile tanışmanız nasıl oldu?
Ben Konya’da ortaokul ve liseyi okurken Konya’nın ruhânî havasını teneffüs eden oradaki mübarek hocaefendilerden istifade edebilecek bir iklim içerisinde bulundum. Elektrik mühendisliği okuyan, Konyalı bir ağabeyimiz—Kemal Selçuker—yaz tatili boyunca Kur’ân-ı Kerim ve dinî bilgiler öğrenmeme yardımcı olmuştu. O ağabey, İstanbul’a gittikten sonra kendisine mektup ile müracaat ettim. “Sen gittin, bundan sonra kime devam edeyim?” diye. O da, “Babamın dükkânının yanında Sabri Halıcı isimli bir bey vardır, sizinle meşgûl olur” dedi. Ben de böylece Sabri Halıcı Bey ile tanıştım.
Halıcılık yapan büyük bir tüccardı Sabri Ağabey. Beni, çok büyük bir özveri ile Kur’ân-ı Kerim’i mahreçleri ile birlikte okumaya muvaffak etti. Aynı zamanda İslâmî, ahlâkî bilgiler ile beni teşvik (teşrif) etmeye çalıştı. Bu zâta gitmeye devam ederken, ben aynı zamanda lisede öğrenciydim. Gayet ciddî, vakur, disiplinli genç bir zat, Sabri Ağabeyin yazıhanesine gelip gidiyordu. Elinde birtakım eserler ve el yazısı ile yazılmış Kur’ân-ı Kerim vardı. Onları veriyor, kitapları alıyor, hemen birkaç dakika sonra ayrılıyordu. Bir müddet sonra tekrar karşılaştım kendisiyle… Şubat tatiline rastlayan günlerde Konyalı, İstanbul’da okuyan üniversiteli gençler geldiler. O gençler, Sabri Efendiye geldiler ve dediler ki: “Biz, İstanbul’dan gelirken Emirdağ’a uğradık, orada Üstad Hazretleri ile görüştük, size selâmları var. Size şu mektubu veyahut şu kitabı gönderdi. Risâle-i Nur ile ilgili çalışmalarınız dolayısı ile memnuniyetini ifade etti” şeklinde konuşmaları dinledim. Ve benim o günkü lise kültürüm öyle azmış ki, Emirdağ’ı hiç duymamışım. Böyle bir ilçe olduğundan hiç haberim yok… “Üstad, Risâle-i Nur…” kelimelerini böylece ilk defa duymuş oldum. Fakat anladım ki, Sabri Efendiyi sık sık ziyarete gelen zat; Zübeyir Gündüzalp isimli kimsedir. Ve Konya Postahanesinde telgraf memurudur. Nitekim her gelişinde elinde ayrıca küçücük bir sepet de olurdu. Çanta şeklinde bir sepet…
*Ne vardı bu sepette?
O sepetin muhtevâsını zamanla öğrendim. Meğer Ziver (Zübeyir) Bey gece mesâisine gidermiş. Mors alfabesi ile gelen telgrafları Türkçe’ye çevirir veya gönderilmek istenen telgrafları mors alfabesiyle gideceği yere gönderirdi. Bize uğradığı saatten sonra postahanede akşam/gece mesaisine gider, postahaneden sabahleyin çıkardı. Böyle bir nöbetteydi Ziver Bey. Ben ona yakınlaşmaya başladım. Dükkândan postahaneye kadar götürüyordum. Yolda da başbaşa konuşmuş oluyorduk. O zaman anladım ki, sadece Üstadın yazdırdığı Risâleler istinsah ediliyor, bir nüshası Konya’ya geliyor ve diğer illere de gönderiliyor. İllerde el yazısı ile çoğaltılıyor. Ve böylece o el yazısı ile çoğaltılan nüshalar, tekrar Sabri Bey vasıtası ile Emirdağ’a gönderiliyor. Orada Üstad’ın tashihinden geçtikten sonra, geri geliyor, yeniden çoğaltılıyor.
Ziver Beyin yazıları benim çok hoşuma gitmişti, ben de yazmaya başladım ve böylece Risâle-i Nur’u yazarak okumaya başladık. Bu devam etti. Üstad’ın hayatı öyle geçmiş ki, yanında sadece bir Kur’ân-ı Kerim var. Kendisi, hayatının başlangıcında bütün ilimleri tahsil etmiş, hepsini hafızasına almış ve ondan sonra Allah’ın lütfu ile Risâle-i Nurları zaman içerisinde yazmış. Ama o günkü şartlarda her istinsah eden kimsenin gönderdiği nüshayı kendisi yeniden düzeltiyor, eksikliklerini tamamlıyor, ondan sonra iâde ediyor ve o iade ettiği nüshalar, düzeltilmiş olarak tekrar çoğaltılıyor. Kendisinde ilk yazılan orijinal yok, ama yazılan kopyaları orijinale bakar gibi düzeltiyor. Böyle bir Allah’ın lütfuna mazhar olmuş bir din âlimi, bilim adamı ve maneviyâtı tam olan bir zât-ı muhterem…
İşte bu hal üzere, Ziver Bey ile Konya’da yaşamaya başladık. Yaşamaya derken onun ile devamlı ve sık sık görüşme imkânları başladı. Ziver Bey bu minval üzere çalışırken, benim vasıtamla başka lise talebesi arkadaşlarla da tanışma imkânı buldu.
* Lise öğrencisi olduğunuz dönemlerde Zübeyir Ağabeyin lise öğrencilerine yönelik yaptığı ne gibi faaliyetler vardı?
Ziver Bey, benim vasıtamla diğer lise talebeleri ile tanışmaya başladı. Ve Cumartesi-Pazar günleri kendi evinde “Gelin, ahlâk dersleri yapacağız” veyahut “Sohbetler olacak” diyerek, Risâle-i Nur dersi okurdu. Bu arkadaşların sayısı 15-20’yi geçtiği de oldu. Ziver Bey evinde bize ikramda bulunur, çay yapardı. Size yaptığımız bu ikram da, Ziver Beyin âdetindendir. Pastaneden bir tepsi pasta alır, talebeler gelmeden önce, bir toplu iğne ile pastanın üzerinde bulunan kremaya Risâle-i Nur yazar ve öyle ikram ederdi. Talebeleri öyle ısındırırdı Ziver Bey…
*Zübeyir Ağabey tam bir eğitimci imiş…
Evet, Ziver Bey tam bir eğitimci, fevkalâde disiplinli biriydi. Son derece de temiz giyinir, her zaman tebessüm ederdi. Laubali davranışları yoktur. Kahkaha ile gülmez. Bir de, hep münasip bir şekilde edebi, İslâmı öğretmeye çalışırdı. Takva ehli birisi idi, ibadete çok düşkündü. Ekseriyetle oruçlu olurdu. Zaten zayıf-nahifti. Pos bıyığı vardı. Saçı da, bıyığı da kırmızıya kaçardı. Ve tabiî tıraşlı idi. Terbiyeciliği o kadar ileriydi ki, bizim talebelerle, onların ödevleriyle de ilgilenirdi.
*Sizinle de ilgilendiği, ödevlerinize yardım ettiği zamanlar oldu mu?
Evet, ödevlerime yardım ettiği oldu. Meselâ ben lise son sınıfta iken edebiyat öğretmenimiz, topluluk önünde konuşmaya alıştırmak için bana “Bir konferans hazırla sen” demişti. Oturduk, başından sonuna Ziver Bey ile beraber “sigaranın zararları” isimli konferansı kaleme aldık. Bana 3-4 defa okuttu. “Şöyle söyleyeceksin, böyle söyleyeceksin, sesini burada alçaltacaksın, burada yükselteceksin, burada güleceksin, ciddî bir tavır takınacaksın, icabında elini böyle kaldırıp kürsüden konuşacaksın” tarzında taktikler de veriyordu. Yani hitabet san’atını da öğreterek beni o konferansa hazırladı. Sonra Konya Lisesinde konferans verdim. Bunun içerisine ahlâkî umdeleri koyduk. Ve çok başarılı bir şekilde sundum. Bunları, Ziver Bey’in yaptığı işleri anlatmak için söylüyorum size… Sonra bu iş devam etti, “Gülistan” isimli kitabı tanıtıcı bir konferans da verdim.
*Zübeyir Ağabeyin Afyon Ağır Ceza Hakimliğindeki duruşmasında siz de var mıydınız?
1947 kışında büyük bir tertip ile Üstadı Afyon Hapishanesine aldılar ve Türkiye çapında tutuklamalar oldu. Afyon Mahkemesi başlamadı, ama tutuklamalar başladı. Tutukladıklarını Afyon’a götürüyorlardı. İşte bu arada Sabri Halıcı Bey’i de tutukladılar. Birgün dükkânından aldılar, doğru Afyon’a götürdüler… Sabri Bey gidince Ziver Bey, “Sabri Bey gitti, ben niye gitmiyorum! Beni de götürseler de, hapishanede Üstad’a hizmet etsem” diyordu. Bir de hapishaneyi büyük bir saadet yeri olarak görüyordu. Hapishaneye girmek için iştiyakla kıvranıyordu Ziver Bey… “Ah gitsem de şu hapishaneye, şu çeşmeye elimi uzatsam da kana kana içsem” diyordu. Üstadın nuru, feyz-i İlâhî oradan gelecekti, öyle hayal ediyordu. Çare düşünüyoruz “Ne yapalım” diye… Ziver Bey’in düşündüğü çare şu oldu, çok enteresandır. Dedi ki: “Ahmet, benim hakkımda bir ihbar mektubu yazalım ve bunu savcıya, mahkemeye gönderelim.” Oturup ihbar mektubu yazdık: “Sabri Halıcı’yı götürdünüz, ama burada, onların başka bir elemanı var. Onu niye götürmüyorsunuz? Suçlu ise, bu da suçlu…” şeklinde bir veya iki mektup yazdık. Ziver Bey’i de dâvâ ettiler. Tutuklamadılar, ama dâvâ ettiler… Bu arada Ziver Bey Konya’dan alınıp, Akşehir Postahanesine verildi. Akşehir, Konya ile Afyon arasında bir yer… Nihayet duruşma günü belli oldu. Ben de gittim duruşmaya…
*Zübeyir Ağabey duruşmaya gitmeden evvel herhangi bir hazırlık yapmış mıydı? Tevkif edilmek istiyordu. İsteği gerçekleşti mi?
Ben Akşehir’e gittim. Akşehir’den Ziver Bey ile ilk duruşmaya gittik. Akşehir’e gittiğimde baktım ki Ziver Bey, yatağıyla beraber bir bavul, sepet almış. “Beni tutuklayacaklar, ben de hapishaneye gireceğim” hevesi ve gayreti ile trene bindik, Afyon’da indik. Bir otele gittik. Eşyaları koyduk. Normal olarak ne yapmak lâzım? Sabahleyin duruşma var! Biraz istirahat etmesi lâzım! Ama Ziver Bey “Hadi Ahmet, abdestini al, Üstad’ı ziyarete gideceğiz” dedi. Ben de “Ziver Abi! Bu gece mi?!” dedim. Saat 2-3 civarı yani…
Neyse… Abdest aldık, çıktık. Adliye binası, ana cadde üstünde idi. Arkasında da, daha önce yapılmış eski bir bina var. O da hapishane… Hapishanenin koğuşları var. Bu hapishaneye giriş de bir büyük kapıdan oluyor. Kapı, içine araba girebilecek büyüklüktedir. Kapının üstüne de bir oda yapmışlar. Üstad’ı bu odaya koymuşlar. O muazzam kışta! Afyon hem kendisi soğuk, hem mevsim kış olduğundan zaten soğuk! Orada tek başına, altında kapı, etrafı açık bir odada kalmış Üstad…
Biz gittiğimizde havalar sıcaktı! Gece olduğu halde—Afyon gece de soğuk olur—hava güzeldi. Gittik, usulca kapıya vardık. Bir baktık ki, nöbetçi duvarın köşesinde ayakta, elini de silâhına dayamış uyuyor! Resmen uyuyor! Yani bir adamın ayakta uyuduğunu orada gördüm! Horul horul uyuyor… Biz mümkün olduğu kadar kapıya sokulduk ki, pencereye yaklaşalım. Üstad’a ne kadar yaklaşırsak o kadar feyz-ü bereket gelecek diyor Ziver Abi… Beklemeye başladık. Üstad, salâvat-ı Kadiriyeyi okuyordu. Salâvata yüksek sesle başlıyor: “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ…” Yavaş yavaş ses iniyor, salâvat-ı şerife bitiyor, ses kayboluyor. Ondan sonra bir daha başlıyor okumaya…Tam teheccüd zamanı… Namazını, teheccüdünü kılmış, salâvat getiriyor. Bir müddet böyle dinledik Üstad Hazretlerini… Nöbetçi de o kadar rahat ki, ayakta uyumaya devam ediyor! Bu kadar olur yani! Sabah namazı vakti geldi. Birazdan ezanlar okunacak. Ziver Abi, adam uyanacak diye “Gidelim” dedi. Ayrıldık. Namaz kılıp otele döndük. Otelde duruşma saatine kadar, yani bir iki saat gözümüzü yumduk.
Sonra Ziver Bey mahkeme salonuna gitti. Biz de mahkemenin karşısında, mahkemenin açık pencerelerinden onları izliyoruz. Üstad Hazretleri de geldi, girdi. Biz de Üstad Hazretlerini ve diğerlerini izliyoruz. Duruşma başladı, ta öğle ezanı okunana dek devam etti. Hatta öğle ezanı okunduğunda duruşmaya devam ediyorlardı. Bu onların ilk sorgulaması herhalde. Bir baktık ki, orada bir telâş oldu. Ne olduğunu sonradan öğreniyoruz. Ezan okununca Üstad “Ben namaz kılacağım” demiş. Onlar da “Olmaz” demişler, “Ara vermiyoruz duruşmaya”… Üstad Hazretleri “Peki” demiş, oracıkta hemen müsait bir yerde “Allahu ekber” diyerek durmuş namaza. Duruşma devam ederken, hâkimlerle, sanıklar arasında namazını kılmış ve hakimler hiç sesini çıkarmamış.
Netice olarak, bir başka duruşmada da Ziver Bey’i tevkif ettiler. Ziver Bey, böyle uzun bir uğraştan sonra tevfik ediliyor!
Benzer konuda makaleler:
- Rıfat Filizer ve Bediüzzaman
- Bediüzzaman’ın talebesi Bayram Yüksel:
- Zübeyir Ağabey
- Bir iman fedaisi: Zübeyir Gündüzalp
- Üstad’ın sâdık talebesi Zübeyir Gündüzalp
- Baharımıza düşen hazan yağmurları
- Gençlerin çalışmaları
- Barla´da Nurlu yarışma
- Risale-i Nur hizmetinde güzel bir kampanya
- Fırıncı Ağabeyin ardından
İlk yorum yapan olun