Ayrılık mı, vuslat mı?

Ondan ayrılalı elli bir yıl oldu.
Bütün ömrü değişik mekân ve beldelerde geçti.
Kâh doğuda, kâh batıda, kâh güneyde, kâh kuzeyde…
Çekmediği ezâ, görmediği cefâ kalmadı.
Divan-ı harplerde bir cani gibi muâmele gördü.

 

Memleket memleket sürgüne gönderildi.
Aylarca ihtilâttan men edildi.

Memleket hapishanelerinde yıllarca hapis hayatı yaşadı.
Ana ocağından elinde bir bohça ile çocuk yaşlarında ayrılan bu kahraman insan, bu ülke insanının ve âlem-i insâniyetin saadeti için yaşadı.
Ne kimseden korktu, ne de kimsenin minneti altına girdi.
Çok kısa zamanda ülke çapında tanındı ve bilindi.
Genç yaşında, kendisinden büyük nicelere hedef ve hayat formülleri seslendirdi.
Kuru bir benlik hesabı ile hizmet etmedi.
“Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum” dedi.
Günübirlik insan değildi.
Hadiselere göre hayatını yönlendiren biri değildi.
Hiç kimseden emir almadan yaşadı.
Çünkü o bir dellâldı.
Kur’ân’dan ve Hz. Peygamber’den (asm) iktibas ettiği hakikatleri haykırdı.
“Varsın muâsırlarım beni dinlemesinler” demişti.
O geleceğe bakmıştı.
Elli yıl sonra gelecek maddî ve mânevî tehlikelere karşı hayat projelerini iletiyordu istikbaldeki insanlara.
Ve şu satırları okuduk İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin Mektûbât’ından:
“Kutb-u irşad, kemâlât-ı ferdiyeye mâliktir; çok az bulunur. Asırlar sonra böyle bir cevher dünyaya gelir; kararmış âlem onun gelmesi ile nurlanacaktır. Onun irşad ve hidayeti bütün dünyaya yayılacak… Herkese rüşd-ü hidâyet, iman ve marifet onun yoluyla gelecek. Herkes ondan feyz alacak. Arada o olmadan kimse bu nimete kavuşamayacak. Onun hidayetinin nurları, bir okyanus gibi bütün dünyayı saracak.” (s. 260)
Bediüzzaman’ın vefatı ne ayrılıktı, ne de vuslattı.
Onun dâvâsının bir serüven hâlinde devamını gösteriyordu.
“Ölümüm hayatımdan ziyade dine hizmet edecek” diyordu.
Hayattaki gibi tasarrufunun devam ettiğine inanıyoruz.
Talebesi merhum Ali İhsan Tola’dan dinlediğimize göre, “Kardeşim, sizlerden üç-dört kişi hanginiz lillah için bir araya gelse, benim rûhâniyetim orada hazır bulunur” demişti.
Bu ulvî dâvâ gönülden gönle ulaşmaya devam ediyor.
“En yüksek gür sedâ” bütün azameti ile kendisini gösterinceye kadar…
“Ben bir çekirdektim, çürüdüm, gittim” demişti.
İşte çekirdekler bugün mânevî baharların ve nazenin çiçeklerin neşv-ü nemâsına mazhar olmaktadır.
Bu ne bir başlangıçtır, ne de bir son. Bu bir serüvendir. Hem de kıyamete kadar. Mekânı Cennet olsun.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*