‘Yaşasın Cehennem!’ diyebilmek için…

Başlıktaki sözün tam ifadesi şöyledir: “Zalimler için yaşasın Cehennem!” Biz başlıkta bunun kısaltılmış halini kullandık.

Bu sözün patenti ise, bugün milyonların da bildiği üzere Bediüzzaman Said Nursî’ye aittir.

Üstad Bediüzzaman, bu sözü ilk kez 1909 Mayıs’ında idam talebiyle yargılandığı İstanbul’daki Dîvân-ı Harb-i Örfì’de (Sıkıyönetim Mahkemesi), beraat ettikten sonra dışarı çıktığında alenen ve nidâ ederek sarf etmiştir.

Bu sözü, bilâhare aynı isimle (DHÖ) neşretmiş olduğu eserinin ilk bölümüne de aynen dercedip koymuştur.
* * *
Bediüzzaman Said Nursî, “Yaşasın Cehennem!” şeklindeki haykırışı, hayatının 1925’ten sonraki safhalarında telif etmiş olduğu eser, mektup ve müdafaalarında da bilâpervâ tekrarlamıştır.

Yalnız şu var ki: Yeni Said döneminde de mükerreren sarf etmiş olduğu “Yaşasın Cehennem!” sözünü, Eski Said döneminden hayli farklı bir usûl ve metod çerçevesinde kullandığını görmekteyiz.

Aşağıda etraflıca izâha çalışacağımız bu önemli farkı fark edemeyen bazı kardeşlerimiz, o sözün hangi şartlar dahilinde ve ne şekilde kullanılacağını kestiremediklerinden olacak, bazan hataya, en azından ihtilâfa düşüyorlar.

İşte, bu ihtiyaca binaen, meselenin sıyakına ve sibakına da bakarak, konuyu enine boyuna tahlil etmekte fayda mülâhaza ediyoruz.

Zulüm kol geziyor

Başta Mısır ve Suriye olmak üzere, İslâm âleminin birçok yerinde Müslüman kanı oluk oluk akmaya devam ediyor.

Kanı dökülenlerin mutlak çoğunluğunu mâsumlar teşkil ediyor.

Ne acıdır ki, kan dökenlerin de çoğu Müslüman kimliklidir.

Bu da gösteriyor ki, zalimin illâ da Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, Putperest olması gerekmiyor. “Ben Müslümanım” diyen, hatta bu dinî aidiyetiyle övünen bir kimse de pekâlâ zalim olabiliyor.

Tarihte, ikinci kategoriye girenlerden de sayısız  örnekler var.

Nitekim, Bediüzzaman Hazretlerinin de hayatı boyunca bu türden zalimlerle defalarca karşılaşmış olduğunu görmekteyiz.

Tarihçe-i Hayatı ve sair eserlerindeki ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla henüz 15-16 yaşlarında iken ilk karşılaştığı gaddar zalim, Mîran aşireti reisi Kör Mustafa Paşadır.

Otuz iki yaşına (1909) geldiğinde ise, bu kez Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa ve onun cebbar paşalarıyla Dîvân-ı Harb-i Örfì’de karşı karşıya geliyor.

Yer, Beyazıt’ta bulunan Sıkıyönetim Mahkemesi (şimdiki İstanbul Üniversitesi merkez kampüsü) binası.

Dışarıda, sıra sıra dizilmiş dârağaçları var. Onlarca mâsum ve mazlûm kişi orada asılmış durumda bekletiliyor. Bu vahşiyane tablo halka da alenen gösteriliyor ki, etrafa korku ve dehşet versin; cesaretler büsbütün kırılsın, kimse kımıldayamasın, kimse sesini çıkaramasın diye…

İşte, o mahkemeden beraat edip dışarı çıkan Bediüzzaman, halkın üzerindeki o namert korkuyu kırmak ve ölümden zerrece korkmadığını göstermek maksadıyla, organizesiz bir şekilde, gayet fıtrî ve insiyaki bir sûrette Beyazıt’tan tâ Sultanahmet’e kadar “Zalimler için yaşasın Cehennem!” diye nidâ ederek gitmiştir.

(Ara notu: Şimdilerde, arkasına Üstad Bediüzzaman’ın bazı talebelerinin desteğini de almış bir siyasî cereyanın eski akıl hocası ve üstadı—sanki yanındaymışcasına ahkâm keserek—Said Nursî’nin o tarihte öyle nidâ edip haykırmadığını, sadece “mırıldandığını” yazma garâbetine düştü. Her ne ise…)

Burada, dikkatle nazara verilecek mühim bir nokta da şudur: Üstad Bediüzzaman, 1909’da alâmeleinnâs bir şekilde “Zalimler için yaşasın Cehennem!” diyerek yürüdüğünde…

1) Yalnız başınaydı. Yani, yanında talebesi, yardımcısı falan yoktu. Dolayısıyla, henüz “Nur cemaati” veya “kardeşler” diye bir topluluk da yoktu.

2) Mahkemeden çıkar çıkmaz haykırarak yürümeye başladı. Arkasına takılanlar olduysa da, bu organize bir iş değildi. Esasen, o şartlarda organize bir iş yapması da mümkün değildi. Dolayısıyla, bu tabloya daha ziyade ölümden pervâ etmeyen bir zâtın cesûrâne ve fakat sınırlı, sorumlu (başkasını tehlikeye atmayan) hareketi şeklinde bakmak daha isabetli olur.

3) Hareket Ordusunun, dolayısıyla bozuk ve zalim İttihatçıların aynı tarz zulümkârlıkları o dönemde günler, haftalar, aylarca devam edip gittiği halde, Üstad Bediüzzaman, benzer mahiyetteki bir tavrı ikinci kez olsun tekrarlama cihetine gitmiyor.

4) Üstad Bediüzzaman “Zalimler için yaşasın Cehennem!” sözünden asla nedâmet edip de geri adım atmış değildir. Yeri geldiğinde aynı ifadeyi hep kullanmıştır. Lâkin, Yeni Said döneminde, o sözü meydanlarda değil, genelde “mahrem zeyil”lerle tarihe not düşmek ve istikbâl nesline mesaj vermek maksadıyla ifade etme cihetine gitmiştir.

Son olarak, bu noktaya temas ederek konuyu toparlamaya çalışalım.

Eski Said zannederek, aldandılar

Bediüzzaman Hazretlerinin her üç Said devresinde de dâvâsı, maksadı, çizgisi, fikrî istikameti aynıdır. Bu noktada hiçbir değişiklik söz konusu değildir.

Lâkin, zaman ve zeminin değişen şartları icabı, bu üç Said devresindeki hizmet metodunda bazı farklılıklar söz konusu olagelmiştir. (İşte bunu göremeyen ehl-i dünya, fenâ halde aldanmış; haliyle, dessas plânları da akim kalmıştır.)

Meselâ, Yeni Said döneminde artık üstadlarıyla ve birbiriyle irtibatlı talebeleri ve kardeşleri vardı. Zira ki, cemaatleşme şuurunun mayası Barla’da atılmış; hayatını ve herşeyini dâvâsına adayan sarsılmaz bir cemaat teşkil olunmuştur.

Dolayısıyla, bundan böyle sarf edilecek her söz, sergilenecek her tavır, sadece Üstad Bediüzzaman’ı değil, etrafındaki ve gelecekteki talebelerini de doğrudan alâkadar etmekte, edebilmektedir… Bu sebeple, dikkat, ihtiyat ve hassasiyet had safhaya çıkmıştır.

İşte, bu yeni vaziyet sebebiyledir ki, Eski Said’den çok farklı görünen Yeni Said, şu sözü hiç tekellüfsüz bir şekilde sarf edebiliyor: “Ey bedbaht ehl-i dünya! (Şimdi) …bir nefer elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani, odamın kapısında durup, bana ‘Çıkmayacaksın!’ diyebilir.” (Tarihçe-i Hayat, s.  243)

Mektubat’taki “Es’ile-i Sitte” başlıklı mektubunun başında “Bu asırda, yüz bin cihette ‘Yaşasın Cehennem!’ dedirten mim’siz medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhâldir” ifadesini kullanan Bediüzzaman, Barla döneminden tâ hayatının sonuna kadar, kendisi veya talebeleri aynı sözü meydanlara çıkıp nümayişle ve sloganvârî bir sûrette kullanmış, yahut kullanılmasını tavsiye etmiş değildir.

Bir sözü sarf ederken, hasseten bir tavır sergilerken, bunları “kimden kime, nerede, ne zaman, nasıl ve ne maksatla?” gibi ölçü ve kıstaslara da vurarak tatbik sahasına koymakta büyük maslahatlar var diye düşünüyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*