Millet, memleket ve dine karşı yapılan o hain harekâttan en çok zarar görenler; okullardaki başörtülü talebe kızlarımız ile devlet dairelerinde çalışan insanlarımızdı. Bunların içerisinde, amir de vardı, memur da, işçi de. Doktoru, mühendisi, öğretmeni, subayı vs. ile her sınıftan dindar insan o günlerin en büyük mağduruydu ki, onların çektikleri sıkıntılar, bu müsebbipleri idam etseler dahi, bir daha yerine gelmez. Kimi de bu dünyadan göçtü gitti, diyâr-ı ahere bıraktı hesabı. İmam-hatip okullarındaki başörtülü yavrularımızın çektiği sıkıntılar unutulur gibi değildi. Meselâ kendi öz vatanında tahsil yapmasına mani olunan kızım Mısır’a gitti, oralarda okudu. O kadar başarılı ve zeki olmalarına rağmen, Türkiye’deki üniversitelerin kapısı yüzlerine kapanmıştı çocukların. Bakalım bu askerî cenahtan başka, o zamanın sivil aktörlerinden de; Alemdaroğlu’lardan, Gürüz’lerden, Serter’lerden vesâirelerden hesap sorulacak mı?
İşin devlet daireleri kısmına gelecek olursak; en başta orduda, sadece dindar, hanımı başörtülü vs. gibi sebeplerle gözlerinin yaşına dahi bakılmadan birçok insan mağdur edilmiş, aç ve sefil hale düşürülmeye çalışılmıştı. O kadar ki, onları haksız ve kanunsuz bir şekilde ordudan ihraç ettikleri yetmiyormuş gibi, maişetlerini sağlayabilmek için girdikleri bazı devlet dairelerinde de rahat bırakmamışlar, hatta onlara kapılarını açan bazı belediyelerden de, başkanı vs. tehdit ederek bağlarını koparmışlardı. Bir fabrika sahibi arkadaş sonradan anlatmıştı. O şekilde mağdur olanların bazılarını bunlar fabrikalarında istihdam edip, iş verince, onları dahi tehdit etmişler. Düşünün, özel bir fabrikaya dahi el atıp, o zavallı mağdurları anasından doğduğuna iyi bir pişman etmek için, her türlü zulmü ve hainliği reva görmüşler.
Tabii, devlet dairelerindeki başta öğretmenler olmak üzere, birçok arkadaşımız da mağdur olmuş, işten el çektirilmiş, sürgün edilmiş, mukteseb hakları kanunsuzca, haksızca, haydutça ellerinden alınmıştı. Bunlardan, Bursa’daki öğretmen arkadaşlarımızdan aklımıza gelen birkaç ismi de zikretmeden geçemeyeceğim. Hepsi de birer 28 Şubat mağduru olan Ali Said Paşalıoğlu, Ziya Öztenekeci, Ramazan Oruç, Erdoğan Akdemir gibi kahraman arkadaşlarımız bunlardan bir kaçıydı.
Bu arada fişlenen birçok kimse de vardı. “Bunların kokusu ne zaman çıkar?” diye bekliyorduk. Daha doğrusu, “Sıra bize ne zaman gelir?” diyorduk ama tabii, tevekkülü de elden bırakmıyorduk. İşte beklenen gün gelip çatmıştı. 28 Şubat’tan sonra kurulan 2. kukla hükümetin Ecevit kanadı, yıllar sonra bizim çalıştığımız teşkilâtı ‘ele geçirmiş’ ve farklı uygulamalarla hareket etmeye başlamıştı. Bize zaten (sırf manevî cihetten) diş biliyorlardı da, kanunî olarak bir şey yapamıyorlardı. Biz o zaman devlet memurunun gelip dayandığı en son mertebeye kadar, yani 1. derecenin 4. kademesine kadar gelmiştik. Normalde bizim tayinimiz, daha doğrusu ‘sürgünümüz’, ancak bakan imzasıyla mümkündü. O da, hırsızlık, rüşvet, dolandırıcılık vs. gibi yüz kızartıcı suçlarla mümkün olurdu ancak.
İşte, bu işleri çok iyi bildiklerinden, devlet dairelerinde kolay icraat yapabilmek için, kanunlara rağmen bir “tayin yönetmeliği” çıkarıp, onunla haksız yere memurlara zulmetmeye başladılar. Bizim emekliliğimize üç sene kadar bir müddet kalmıştı, belki dokunmazlar diyorduk ama bir baktık bizi Bursa’dan Kars’a sürgün etmişlerdi, duyunca şaşırdık. Hâlbuki bizimle aynı pozisyonda olan arkadaşların çoğu Bursa’da başlamış, Bursa’da emekli oluyorlardı. Biz gençliğimizde doğuda çalışmış adeta “şark hizmetini” yapmıştık ama yine estek-köstek yapıp bizi sürgün ettiler. Tabii diğer 28 Şubat sürgünleri gibi biz de pek bir şey yapamadık. Fakat Cenab-ı Hakk’ın izniyle 23 senelik teşkilâtımızdan ayrılmak mecburiyetinde kalsak da, başka bir teşkilâta geçmek suretiyle tekrar Bursa’ya avdet ettik.
AKP iktidara geldikten sonra o zamanki idarecilerden ‘sol fikirli’, fakat hakperest biri bizimle karşılaşınca “Yahu sana büyük haksızlık yaptılar. Sen fişleme neticesinde sürgün oldun. Görünürdeki sebebler zaten saçma. Senin sürgün edilmenin esas sebebleri: 1-) Sen dairede terlikle abdest alıyormuşsun (demek ayakkabı ile abdest almak lâzımmış!) 2-) Dairedeki arkadaşları, özellikle de Ramazan iftarlarına götürme bahanesi ile bir vakfa gidiyormuşsunuz. 3-) Sen her sene 10 Kasımlarda sabah dokuzu beş geçe merasimlerine katılmayıp, ortadan kayboluyormuşsun. Senin esas sürgün sebeblerin bunlar” dedi. Tabiî bunları duyunca şoke olduk şaşırdık. İçimizden de ”Demek biz 28 Şubat’ın, dokuzu beş geçe sürgünüyüz ha! “diyebildik…
Benzer konuda makaleler:
- Yirmi beş sene önce de böyle olmuştu
- Oligarşik bürokrasiden şikâyet ediyorsanız, 5816’yı kaldırın!
- Askeri müzedeki Bediüzzaman tablosu duruyor mu?
- Neşet usta da gitti…
- Siz Mimar Sinan mısınız?
- Uçan, kaçan kuşa deri yok!
- 15 Temmuz’dan sonra, önümüze on mühendisin ihracı geldi
- Haydar Gündüzalp
- Kırk beş senelik yol arkadaşım; Yeni Asya
- Kaşlarımız da saçlarımız gibi uzasaydı
İlk yorum yapan olun