Kaşlarımız da saçlarımız gibi uzasaydı

Maşaallah, torunumuz yanımızda büyüyor.
Doğduğunda saçı yok gibiydi, “kel oğlum” diye seviyordum. Fakat şimdi bakıyorum da, saçları büyüdü, kirpikleri, kaşları, kudret-i İlahiyenin sanatının en güzel şekliyle tezahür etmeye başladı.

Şöyle bir dikkat ettim, “keltoş bebek” yavaş yavaş, “saçlı bebeğe” dönmüş. Saçları, her gün biraz daha büyüyor. Bir müddet sonra, haddini aşar şekilde uzayınca kesilecek.

Saçlarının vaziyeti böyle iken, kirpiklerine, kaşlarına baktım. Onlar, belli bir seviyeye kadar uzadıktan sonra durmuş. Daha uzamıyor. Düşündüm şöyle “Ey Allah’ım! Sen, ne büyüksün, ne kudret sahibisin öyle. Ya, kaşlarımız, kirpiklerimiz de, saçlarımız gibi uzasaydı, biz ne yapardık?” Düşünün, biz yetişkinlerin bir de sakal ve bıyıklarını ilave edin. Saç, sakal, bıyık, uzadıkça uzuyor. Ama kirpik ve kaşlar, bir seviyeye geldikten sonra duruyor. Haddi aşmıyor yani. Haddi aşıp isyan etseler, yaratıcılarının emriyle değil de, kendi başlarına buyruk hareket etseler ne olurdu? Ha, gözleri görmeyen âmâ, ha biz, ne farkımız kalırdı? Bir nevi kör olur, hiç bir şeyi göremezdik değil mi?

Halbuki, bütün o kıllı uzuvlarımızın arasındaki mesafe, 1-2 cm. kadar bir şey. Kim bunları ayarlıyor? Nasıl oluyor böyle, intizamla, nizamla, hiç yerlerini şaşırmadan, kendine has olarak büyüyorlar?

Enterasandır… Bazen traş olunca, yüzümüzü kesip, kanatıyoruz. Kan çıkıyor, ama kıl çıkmıyor. Yani, derinin altında bir kıl yumağı yok ki, oradan, devamlı, derinin üstüne sevk edilsin.

Bir de, “Sıbgatullah, Allah’ın boyası, boyaması var. Siyah, sarı, kızıl gibi renklerle boyamış Rabbimiz. Onlar da bir mu’cizenin tezahürü. Yaşlanınca da, beyaz renk alması (nadiren de olsa, doğuştan beyaz renkler de var tabii) bunlar hep tefekkür edilesi şeyler. Tefekkür ettikçe ufkumuz açılıyor, şaşırıp kalıp, şükrediyoruz Allah’a.

Bütün bu hassas işleri yapan Rabbimizin, hele de şu son virüs hadisesinden sonra, iyice âciz vaziyete düşüp nakavt olan insanların, ateist kısmı, artık, Allah’ı inkâr edecek, kendilerinde bir derman bile bulamıyorlardır herhâlde. Bu vesileyle, biraz da değişik bir açıdan bir hadise anlatayım.

Bizim lisanla “kâfir”, onların lisanla “ateist” olan birinin, seneler önce, bir hatırasını okumuştum. İngiliz olan bu adamın, Henry diye, Katolik bir arkadaşı varmış. İkisi devamlı cedelleşirmiş. Bu ateist, o dindar. Bu, Allah’ı inkâr edip, haşa “Tanrı yoktur” diyor, diğeri de “var” diyormuş. Neyse, bu ateist, bir gün Manş denizine, kayığıyla açılmış. Birden bir fırtına çıkmış, sahilden de, bayağı uzakta. Kayık, alabora oldu, olacak. İşte, öyle yapmış olmamış, böyle yapmış olmamış. Beti, benzi atmış. Çok zorda kalmış, bakmış can tatlı, dünyadan gitti, gidiyor. Artık son çare elini kaldırmış ve yalvarmaya başlamış “Ey Henry’nin Tanrısı, eğer sen varsan, beni kurtar!” Bir anda, fırtına “şak” diye durmuş. Tabii şok olmuş, şaşırmış! Sonradan, hatırasında bunları anlatmış. Hemen kiliseye filan gittiğini, araştırma yaparken, karşısına İslamiyetin çıktığını ve uzun tetkiklerden sonra da, Müslüman olduğunu yazmıştı.

İşte, Rabbimizi inkâr etmeye çalışan dinsizliğin, resmen iflas ettiği bu son hadise de, bize gösterdi ki; insan acizdir, zayıftır, zavallıdır. Mutlak güç ve kudret sahibi Allah’tır. O istemedikten sonra, bir yaprak bile kımıldamaz.

Ondan dolayı, artık Allah’ın inkârının mümkün olmadığını dünya anladı. (maalesef bizdeki nâdan gafillerden, bu fikirde, hâlâ ısrar edenleri var) ve elhamdulillah, hızla dünyanın İslam’a doğru gidişi başladı.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*