Bir Ramazan iftar programı hatırası

Bu Ramazan başında, mümkün oldukça, Ramazan eksenli makaleler yazacağımızı söylemiştik. Bazı nâhoş hadiseler, haberler olsa da onlara temas etmemek için sabrediyoruz.

Evet, bu umumî mânâdaki buruk, ikinci Ramazan ayında, evde oturuyoruz, ama eskiden baktığımız iftar programları da dâhil, TV seyretmiyoruz. Onun için bu sene, geçen senelerdeki gibi densizlikler oluyor mu, pek bilmiyorum. Daha eski senelerde malûmunuz, âlimliği kendinden menkul bazı ilâhiyatçılar TV’lere çıkıp, dinî hükümleri sulandırır, hattâ işi din düşmanlığına kadar götürürlerdi. Sonralarda, bu akım bitti şükür. Zaten o akımı başlatanlardan birinin de “batınındaki çirkinliklerin, zahirine aksettiği” bir hâlde, dünyadan göçmesi ile bu işler de pek kalmadı gibi.

İşte, bundan seneler evvel yapılan Ramazan iftar programlarının birinde, hiç unutamadığım bir tanesini seyretmiştim. Onu, yeri ve zamanı geldikçe, herkese anlatırım. Bu Ramazan’da da aklıma geldi, tekrar anlatayım dedim. 15 Temmuz “kapananlarından” bir TV de yapılan programda Y. Nuri Öztürk programın misafiriydi. Tabiî bir de enaniyeti boyunu aşmış bu zat, kendinden başka âlim (!) tanımadığından, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ne bile bazen dil uzatmak seviyesizliğini de gösterebiliyordu. Bu nottan sonra devam edelim; Program, Engin Noyan’ın programıydı. Her gün değişik şahısları programına getiriyor, onlarla konuşuyor, bir müddet sonra da stüdyonun üst kısmında, başka bir bölüme geçip, gençlerle sohbet ediyordu. O akşam da öyle yaptı. Yaşar Nuri’yi, stüdyonun o kısmında bırakıp, üste çıktı ve gençlerle sohbet etmeye başladı. O anda, orada anlatılan mevzuu; resmen ve âlenen, Bediüzzaman Hazretleri’nin “Mektubat” isimli eserindeki gıybet bahsiydi.

Tabiî, kamera bir onları gösteriyor, bir de Yaşar Nuri’yi. Baktım, Yaşar Nuri ağzını açmış, kendinden geçmiş, hayretle dinliyordu. İçimden dedim ki, “Dur bakalım bunun altından ne çıkacak, bu enaniyet küpü şimdi ne diyecek?” Fakat gençler konuşup sohbeti bitirdikten sonra, (her zaman o grubun yaptığı gibi) kaynak ve me’haz göstermeyip, sanki kendilerinin ilmiymiş gibi ne Üstaddan ne de Risale-i Nurlar’dan bahsetmediler maalesef. Neyse, biraz sonra Noyan aşağı inip, şaşkın bakışlarla, ağzı açık duran Yaşar Nuri’ye sordu. “Hocam, gençlerin sohbetini nasıl buldunuz?” Hâlâ şaşkınlığını üzerinden atamamıştı. Kendine has, o kısık sesiyle “yahu, ben bunca yıldır ilim adamıyım, ilahiyat profesörüyüm, gıybet bahsinin, bu kadar mükemmel anlatıldığını ilk defa duydum.” İşte, orada Üstadın isminden veya Risale-i Nur Külliyatı’ndan olduğunu söyleselerdi, acaba Y. Nuri ne yapardı, ne derdi? Tabiî, onu da bilemiyoruz.

Neyse, işte şu ilâhiyatçıların bazıları, enâniyetlerin en kötüsü olan, “ilm-i enâniyeti” bırakıp, Ezher hocalarının bile takdir ettiği, dünyanın dört bir tarafına verdikleri fetvalarda başucu müracaat kitapları arasında bulundurduğu (“Gazâlî bu asırda olsaydı, Risâle-i Nur’u okumak, onu çok sevindirirdi” isimli röpotajımıza bakabilirsiniz.) Risâle-i Nur Külliyatı’nı, bir okusalar, ilim nasıl olurmuş, Kur’ân tefsiri nasıl olurmuş, görürler. Ama işte maalesef, pek yanaşmıyorlar. Hâlbuki öyle olsa, kabukla uğraşmaz, kışrı ve özü bulduklarını anlarlar.

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*