Dünya bir hân; konan göçer. Dünya bir misafirhane, gelen gider. Dünya bir tarla; burada eker, orada biçersin. Şu dünya bir penceredir; bakıp bakıp geçersin.
Bu meyandaki tarifler, tavsirler pekâla çoğaltılabilir.
Kendince, “Dünyanın ne menem bir şey olduğunu tam anlayacak, tam çözecek bir olgunluğa eriştim galiba” derken, ömür sermayesinin artık tükenmeye başladığını fark ediyorsun.
*
Evet, haberimiz ve irademiz olmadan misafireten gelmiş olduğumuz şu muvakkat dünya hayatı, hepimiz için bir teklif, imtihan ve tecrübe meydanıdır.
Dolayısıyla, herkes derecesi nisbetinde ve içinde bulunduğu duruma, şartlara, imkânlara göre çetin bir imtihana tâbidir. Öylesine çetin bir imtihan ki, sapıtmak, dalâlete sürüklenmek isteyene de yol açıktır. Zira, onun da kendine göre kıymetli gördüğü deliller, yahut hakikat dâneleri vardır.
Esasen onun içindir ki, Lemâat “Şu bâtıl mezheblerde birer dâne-i hakikat mevcud, mündericdir; mahsus mahalli vardır” denilmiş. (Sözler: 651)
*
Batıl mezheplerde, yahut dalâlet vâdilerinde hak(lı) noktaların bulunması, şüphesiz yine imtihan sırrından dolayıdır.
Bu cihette zuhûr eden hata ve günahın büyüğü, haklı noktaların arkasına gizlenerek o batıl şeylerin umuma yayılmasına çalışılması nisbetindedir.
Tam da bu noktada, fevkalâde düşündürücü şöyle bir misâl vermek istiyoruz:
Üstad Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikasındaki bir mektupta, hem hâs talebelerinin, hem de Denizli Mahkemesindeki ehl-i dünya (“vukufsuz ehl-i vukuf” dediği) kimselerin kendisine yönelttikleri “Eğer Mehdilik dâvâ etse, bütün talebeleri kabul edecek” şeklindeki suâle, muhatabın durumuna göre farklı pencereden bakarak, farklı tonlarda cevaplar veriyor.
Özetle: Ehl-i dünyaya “seyyitlik” üzerinden “tam susturucu” cevaplar veriyor. Nur Talebelerine ise, aynı mesele hakkında “Onların elinde bir hakikat var; fakat tabir ve tevil lâzım…” şeklinde, çok hikmetli ve “izahlı cevaplar” veriyor.
Esâsen, muhatapların kast ve niyetine göre, öyle mukabele edilmesi gerekiyor.
Mihenk, delil ve âkıbet gibi mühim noktalara hiç dikkat etmeyen bazı cerbezeciler çıkıp Üstad Bediüzzaman’ın, zındıkların maksatlı sorusuna verdiği o susturucu cevabı yanlış telâkki ettiklerinin, haliyle yanlış yorumluyorlar. Yani, o mübarek zatın, dalalet ehline karşı sarf etmiş olduğu susturucu mahiyetteki cevapları, tutup sanki iman ehline verilmiş bir cevapmış gibi göstermeye uğraşıyorlar.
Oysa, ölçü bellidir: “Bir sözü kim söylemiş, kime söylemiş, ne zaman ve ne maksatla söylemiş?” ölçü ve kriterler söz konusu.
Bunlara bakılmadan bir sözün doğru şekilde analiz edilmesi mümkün görünmüyor.
*
Bütün bunlar gösteriyor ki, şu dünya hayatı herkes ve hepimiz bir teklif ve imtihan meydanıdır.
Onun için, bir mümin, duyduğu, gördüğü, okuduğu bir sözün, öncelikle kimlere hitap mahiyetinde olduğunu şuur–u akıl ve nur-u iman ile bilmeli. Tâ ki, hem kendisi dalalet uçurumlarına düşmesin, hem de dalalet vadisinden kurtulmak isteyen bîçarelere el uzatıp canla-başla çalışmaya yönelsin.
*
Son sözü, Risâle-i Nur’dan bir vecizeyi iktibas ederek noktalayalım: “Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir. Hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla, o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve her bir saati bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şekvâ değil, şükretmek gerektir. (2.Lemâ)
Benzer konuda makaleler:
- Fikirde delil, âhir ve âkıbet
- Şahıslarda değil, düsturlarda birleşmeli
- Bu zamanın en çetin imtihanı
- Asıl mesele: İnandığını yaşamak (4)
- Herşeyle imtihan edildiğimizin farkında mıyız?
- Kutlu Doğum
- Zulme taraftarlık, umumî musibete sebep olur
- Taksim’e cami, Atina’dan sonra mı?
- Marziyyat-ı İlâhiyeyi aramak
- Dünya madem fanidir…
İlk yorum yapan olun