Harap halimizden harap eden depreme

Ah benim güzel yurdum; seni hep gezip durdum, sevip durdum. Otuz yıl yurtdışında hep seni özlüyordum, gözlüyordum.

Ey Kahramanmaraş, Malatya, Adıyaman, Gaziantep, Kilis, Diyarbakır, Şanlıurfa, Hatay, Osmaniye, Adana!

Bir deprem yediniz ensenizden, aniden! Ve harabeye mi döndünüz birden? Ama neden?

Sorulmaz ki böyle bir sual. Soruyorsam, densizliğimden!

Zira sual olunmaz hikmet-i Rabbanîden.

İşte bir hikmetli vecize Hâfız-ı Şirazî’den: “En büyük felâkette bile ümidini kaybetme; sert kemiğin içinden çıkar ilik, unutma!”

Hem unutma ki; ırmağınız, gölünüz, deniziniz yine masmavî, güneşiniz yine güneş, yine semavî.

Ağacınız yine yeşil, gönlünüz yine sebil. Kaleleriniz, dağlarınız, tepeleriniz yine sağlam, yine yerli yerinde bütün heybetleriyle. Kıyamet vaktinde İlâhî emirle savrulacakları güne kadar, kıpırdamadan!

Hem yine unutma ki, harap olmayı çoktan hakketmiş olan harap halimiz ve ahvalimiz; böyle hallerde tasaffi ediyor, tazeleniyor. Ve malımızdır ki, dört elle sarılmakla kendimize mal edebileceğimizi sanırken; böyle yer ile yeksan görünce, anlıyoruz ki, o malın sahibi dahi biz değilmişiz. Ve onu da Malik-ül Mülk’e teslim ediyoruz, canlarımızla!..

Musîbet büyük, musîbet amansız! İnsan küçük, insan mecalsiz!

“İlik, sert kemiğin içinden çıkar” derken Hâfız-ı Şirazî; musîbetzedeleri, depremzedeleri teselli ediyor, uzaklardan, ötelerden!

“İlik“ tabirine seza görülen manevî ve maddî mükâfat da, elbette ki, bu musîbeti iliklerine kadar yaşayanların olacaktır.  Bizim gibi hadiseyi tâ Van’dan hissedip, hissiyatını gözyaşıyla satıra dökenlerin değil herhalde…

Ama İlâhî canipten bize de bir pay düşerse öpüp başımıza koyarız!

Bilir misiniz ki, şu fakir dahi bir “depremzade“dir. Evet, yazımında hata yok; depremzede değil, “depremzade“. Yani depremin oğlu. Zira rahmetli babamın, rahmetli annemle evlenmesine bir deprem sebep olmuş. Babamın genç eşi ve iki çocuğu depremde enkaz altında kalıp toprak altına intikal ettikten sonra, göz yaşları henüz kuruma aşamasında iken, annem olacak hatunla tanıştırılmış, evlenmiş (evlendirilmiş)…

Annemin sık sık anlattığı bu hikâyeyi, o zamanki kafayla yazıya dökmemişiz. Detayını dönüp sormak istesem, kime sorayım? Bilenlerin hepsi toprağın altında. Demek ki, toprağın altına düşmek için, illa da deprem gerekmiyor.

Ama bizi düşündüren topyekûn musîbetzedelerdir. Ve böyle bir musîbete fetva verdiren cürümlerimizdir! Bir de böyle elim hadiseler eğer tabiata ve tesadüfe havale edilirse; ne sığınacağımız ve ne de yalvaracağımız bir makam olur…

Daha az şiddette bile çok yıkıma maruz kalabilecek çarpık ve çürük bir yapılanmada, bu şiddetteki depremin yıkımı da tasavvurun ötesinde büyük ve dehşetli oldu.

Ah bir de böyle depremler vesilesiyle, akıllar başlara devşirilirse; ülke ve millet, maddî ve manevî depremlere dayanabilecek, maddî ve manevî sağlam temellere oturtulursa, ne âla!..

Bediüzzaman, harp musîbeti dolayısıyla der ki: “Musîbetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatadarın hasenatı verilecektir; o ise hiç hükmünde. Veya hazine-i gayb verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki mükâfat ise, derece-i şehadet ve gaziliktir.“

Depremde vefat edenlere rahmet ve şehadet, yaralılara acil şifalar, maddî ve manevî zarara uğrayanlara mükâfat ve zararlarını telâfi ettirecek imkânlar ihsan etmesini Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyoruz. Bu uğurda çalışanlardan, uzaktan yakından yardımlarını esirgemeyenlerden, milletimizden Allah razı olsun. Yaraları sarma, yapıları yenileme ve kalıcı projeleri hayata geçirme işini aralıksız devam ettirmeleri nispetinde, sorumlu erkâna da Allah’tan muvaffakiyetler diliyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*