Tamir bizim mesleğimiz

Üstad Bediüzzaman, bu ahirzamanda Allah’ın izniyle ve Kur’an’ın nuruyla öyle müstakim bir hizmet metodu ortaya koymuş ki, riayetinden zarar gören olmamıştır.

Daima tahribattan uzak durulmuş, sadece bununla da yetinilmemiş, var olan tahribatın bertaraf edilmesine çalışılmıştır. Her zaman her alanda tamirden yana tavır sergilenmiştir. O kadar ki; neredeyse “mesleğiniz nedir” sorusu karşısında, “tamirdir, tamirciliktir” denecek bir hal hasıl olmuştur.

-Peki neyin tamirine çalışıyorsunuz?

-Toplumdaki çürümüşlüğün, iman ve ahlâk zaafiyetinin ve bundan hâsıl olan yanlış gidişatın.. İşte bunu yaparken, karşınıza bambaşka bir handikap çıkıyor. O da şudur:

TAMİR ADINA TAHRİBAT!

En çok sakınılması gereken hususlardan bir tanesi de bu olsa gerektir. Büyüklerimiz buna “kaş yapayım derken, göz çıkarmak” demişler. Aslında niyet “yapmak” olsa bile bazen zarara yol açabiliyormuş.

Demek ki sadece niyetle olmuyormuş. Dikkat lâzım, itina lâzım, muhakeme lâzım. Daha ötesi ilim lâzım, maharet lâzım. Halbuki tamir bizim biricik işimiz, asıl mesleğimizdir. Külliyatta çok yerde “Mesleğimizin tamir” olduğuna dair dersler vardır.

Uhuvvetin, tesanüdün ve ihlâsın bizim mesleğimizdeki yerini bilmeyenimiz yoktur. Buna âzamî dikkat edildiğini de kimse inkâr edemez. Ama bu kadar azamî dikkate, bu husustaki olağanüstü hassasiyete rağmen, yine de nazlanmalar oluyor, hatta kırgınlık ve küskünlük de olabiliyor.

Halbuki nesebî kardeşler bazen yumruk yumruğa girişirler de, babalarının huzuruna çıkınca; “Bir şey yok babacığım, biraz şakalaşmıştık işte” deyip sıyrılırlar.

Yahu, bizdeki bu nasıl bir kardeşliktir ki, bazen bir (surat asmak demeyeyim de) candan tebessümsüzlük bile zarar verebiliyor. Büyük Üstadın bunu ne kadar veciz ifade ettiğini hepimiz biliriz. Şöyle diyor:

“Saatimizin zembereğine ve gözümüzün hadekasına gelen bir saç, bir zerrecik dahi incitir.” “Bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa, bir dağı setreder, göstermez.”

Bazen bu birinci cümledeki “incitmeme” emrine ne kadar dikkat edersen et, yine de incitebiliyorsun. Zira ötekinin gözünün üstüne sinek kanadı düşmüştür. O kardeşin gözünün üstüne düşen kılı, hassas bir cımbızla almak yine sana düşüyor. Kılı alıyorsun, kardeş sana tebessüm ediyor, bir de candan kucaklıyor.

Ha bazen yanlış anlaşılmak da kaçınılmaz oluyor. Aslında sen iki kardeşin arasını bulmaya çalışıyorsun. Ama yanlış bir metodla, her birisini ayrı mekânlarda dinliyor, sonra birininkini ötekine aktarıyorsun. Yani farkında olmadan söz taşıyıcı oluyorsun. Sonunda biri tarafından, belki her ikisi tarafından yanlış anlaşılabiliyorsun. Yani “ne İsa’ya, ne de Musa’ya” deyiminde olduğu gibi ortada kalıyorsun.

En iyisi, (bağlar tamamen kopmamışsa) onları bir araya getirip, beraberce dinlemek..

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*