Hz. Adem’in (a.s.) tevbesi

Âdem (a.s.) yaratılmış ve Cennet’e konulmuş. Cennet insanlığın baba yurdu. Komşuları olarak melekler ve cinler var. Hz. Âdem (a.s.) ve eşi Hz. Havva, orada kalacaklar ve diledikleri şeylerden yiyecekler. Ancak bir ağacın meyvesi onlara yasaklanmış. Yasaklanmış olan o ağacın meyvesinden yedikleri takdirde zalimlerden olacakları kendilerine bildirilmiş.[1]

Burada dikkat çeken iki şey var. Biri, bir ağacın meyvesinin yasaklanmış olması; diğeri de o yasaklanmış ağacın meyvesinden yedikleri takdirde zalimlerden olacaklarının bildirilmiş olması.

Rahmetten kovulmuş olan şeytan, kendi nefsine zulmetmiş, inadında ısrar etmiş, suçlu birinin kendisine suç ortağı araması kabilinden o da Hz. Âdem’den (a.s.) intikam almak peşinde.

Zulüm kelimesi sözlükte, “bir şeyi ona ait olmayan yere koymak” anlamında kullanılmaktadır. Terim olarak ise, “belirlenmiş sınırları çiğneme, haktan bâtıla sapma, kendi hak alanının dışına çıkıp başkasını zarara sokma, rızasını almadan birinin mülkü üzerinde tasarrufta bulunma, zorbalık, güç ve otorite sahiplerinin sergilediği haksız ve adaletsiz uygulama” gibi anlamlarda kullanılmaktadır.[2]

Allah c.c. Âdem’i (a.s.) Cennette bir yerde konumlandırmış. Bir meyve hariç diğerlerinden yemesi ve Cennette yaşaması serbestti. O yasaklanan meyveden yediği takdirde bu konumunun dışına çıkmış olacak. Bunu da zulüm kelimesi ile ifade buyurmaktadır. Bulunduğu konumun dışına çıkmak, ya yukarı konuma çıkmak veya aşağı konuma düşmek anlamına gelmektedir. Şeytan ise onu buradan yakalamaya çalışıyor, daha aşağı bir konuma itmeye çalışıyordu.

“Şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı: “Rabbinizin sizi bu ağaçtan menetmesi melek olmanız veya burada temelli kalmanızı önlemek içindir.”[3] Melek hayatını daha yukarı bir konum gibi takdim ederek, o meyvenin yasaklanmasının sebebini, melek hayatı ve Cennette ebedi kalma olarak değerlendirmiş ve bu yolla ondan yemesini teşvik etmiş. “Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim” diye de onlara yemin etti.”[4]

Hiçbir müfsit, ben müfsidim demez, daima suret-i haktan gözükürmüş. Şeytan da bunu yapıp, kendini muslih gösterdi. “Böylece onların yanılmalarını sağladı. Ağaçtan meyve tattıklarında kendilerine ayıp yerleri göründü, cennet yapraklarından oralarını örtmeğe koyuldular. Rableri onlara, “Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?” diye seslendi.”[5]

Kendilerine ayıp yerlerinin görünmesi, hata ettiklerine işaret idi. Hatalarını anladılar, Cennet yaprakları ile örtünmeye çalıştılar ama artık bir defa hata işlenmiş oldu. Bu da dünyaya gönderilmelerine bir sebep teşkil etti.

Şeytan dumansız ateşten, yani yakıcı bir maddeden yaratılmıştı. İnsanoğlunun böylece, ateşle münasebeti de başlamış oluyordu.

İlk olarak secde emri ile ateşten yaratılan şeytan ile tevazuun simgesi olan topraktan yaratılmış Adem (a.s.) karşı karşıya geliyordu.

İkinci olarak da yasak ağaçla bu ikisi karşı karşıya gelmişti. Secde emrinde şeytan uzak durarak kendisi kaybetmiş, Cennetten ve rahmet-i İlahiyeden kovulmuştu. Ateşe çok yakın olmanın da, çok uzak olmanın da bir bedeli vardı. Buradan bir sır ortaya çıkıyordu. İnsan nesli ateşle münasebetini iyi ayarlaması gerekmekte idi. Çok uzak durursa donacak, çok yaklaşırsa yanacaktı.

Hayat ise devam ediyor, kader sırlarını bir bir işliyordu. Bir vazifelendirme olmuş ve onun yolları açılmaya devam ediyordu.

Rabbi, Âdem’i (a.s.) Cennette konumlandırmıştı. Âdem (a.s.) kendisini Allah’ın konumlandırdığı yerden başka bir yere meyledince, daha önce haber verilen ‘zalimlerden olma’ hadisesi meydana gelmişti. Âdem (a.s.) durumun hemen farkına vardı. Hatalarının farkına vararak hemen tevbeye sarıldılar.

Tevbe, aslına dönmek anlamını taşımaktadır. Yani günahtan önceki günahsızlık haline dönme.

Âdem (a.s.) ve eşi Havva validemiz “Dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”[6] Hemen hatalarını anlamışlar, herhangi bir mazeret ortaya sürmeden, bir bahaneye sığınmadan direk Rabbinin merhametine sığınmışlardı. Şeytanın düştüğü hataya düşmüyorlar, sırtını bir mazerete yaslamaya kalkmayıp doğrudan Rabbine yöneliyorlardı. Hemen Rablerinden öğrendikleri kelimelerle yalvarıp affedilmelerini istediler. Onların fıtratında olan sır da böyleydi. Hata ettiklerinde af dileyecekler ve Allah’ın merhametine sığınacaklardı. Allah’ın Gaffar ismi tecelli edecekti. Onlardan beklenenin biri de Esma-i Hüsna’ya ayna olmaları değil miydi?

Tevbe kapısı açıldı. Ancak şeytan da dâhil olarak onlara hitaben Cenab-ı Hak, “Birbirinize düşman olarak inin, siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz.”[7] Buyurdu ve böylece yeryüzüne gönderildiler. Bu durum, daha önce Âdem’e (a.s.) bildirilmişti. Kader ağlarını dokumaya devam ediyordu.

Burada asıl kaybeden şeytan oldu. Onların da kendisi gibi ebedi olarak Cennetten ve rahmetten kovulmasını arzu ediyordu. Tevbe etmeleri onun bu ümidini büsbütün kırdı. Geçici bir ayrılık olsa da sonuçta yine oraya dönme imkânları vardı. Bu da şeytanın ümidini yitirmesine sebep oluyordu.

Âdem (a.s.) ve Havva validemiz yeryüzüne indikten sonra tevbeleri kabul edildi. İnsanlığın yeryüzü serüveni de böylece başlamış oldu.

Dipnotlar

[1] A’râf Suresi, 7/19
[2] M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ẓlm” md
[3] A’râf Suresi, 7/20
[4] A’râf Suresi, 7/21
[5] A’râf Suresi, 7/22
[6] A’râf Suresi, 7/23
[7] A’râf Suresi, 7/24

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*