İnayet-i İlâhiye nasıl celbedilir?

İnayet kelimesi lügat anlamı olarak, ihsan etmek, iyilik yapmak, imdada yetişmek, himaye etmek anlamlarında kullanılmaktadır. İlâhî inayete çok ihtiyaç hissettiğimiz bu günlerde, bu âhir zamanın müthiş tahribatları zamanında inayet-i İlâhiyeyi celp edecek sebepler nelerdir veya inayeti inkıtaa uğratan sebepler nelerdir diye düşünmek gerekecektir.

Kur’ân talebeleri inayet kavramını çok çeşitli şekillerde anlamakta ve hissetmektedir. Meselâ, hiç ummadık bir anda, beklenmedik bir zamandaki fütuhât bir inayet-i İlâhiyedir.

Zor ve kötü şartlarda, düşmanların hücumu zamanında muhafaza olunmak inayet-i İlâhiyedir.

Zahiren çirkin görünen hadiselerin arkasındaki güzellikleri okumak, mânâları kavramak inayet-i İlâhiyedir.

Bediüzzaman, yıllarca hapis ve sürgün hayatı yaşamış, fakat bu yaşadığı şartların hikmetlerini okuduğu ve nazar-ı iman ile baktığı için her anda ve zeminde “Biz inayet altındayız” demiştir.

Aslında şöyle bir çıkarım yapmak mümkündür: Rıza-i İlâhî esas alınarak yapılan her iman ve Kur’ân hizmetindeki himmet ve hamiyet dâvâsında bulunan fertler inayet altındadırlar.

Peygamberlerin karşılaştıkları zorluklar ve bu zorlukların içerisinden olağanüstü bir şekilde kurtulmaları şüphesiz inayet-i İlâhiyedir. Hazret-i Nuh’un gemisi, Hazret-i Yunus’un balığın karnından kurtuluşu, Hazret-i Eyyüp’ün hastalıklardan şifa bulması, Hazret-i Peygamber’in (asm) müşriklerin her türlü öldürme teşebbüslerine karşı muhafaza olunması inayet-i İlâhiyenin tezahürleridir.

Peygamberlerden başka hak dâvâsı uğrunda mücadele eden bütün evliya, aktab ve âlimler de inayet altındadır. Ve hatta avam insanların ihlâsla yapmış olduğu her hizmet, faaliyet beraberinde inayet-i İlâhiyeyi getirir. Demek ki inayetin celbine vesile olan en birinci şart, Allah’ın rızasını tahsil niyetinde olup, hak dâvâda bulunmaktır.

Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve inayetini celb eden bazı vasıf ve sıfatlar vardır. Müslümanların müslim vasıflarla vasıflanması vaciptir. Ne sebep olursa olsun, müslim vasıflarla mücehhez olmak inayet-i İlâhiyenin celbine sebeptir. Meselâ, bu vasıflardan en önemlisi, sıdktır. Sonra sadakat, metanet, istikamet, basiret, fetanet gibi vasıflar gelir.

Müslüman kelimesi, selâmet kökünden türeyen bir kelâm olup itimadın, güvenin, emniyetin adresi olmaktır. Yani Müslüman, elinden ve dilinden emin olunan kimsedir. Nitekim Peygamber Efendimizin (asm) tebliğinde en tesirli vasfı sıdktır. Onu görenler, “Bu yüzde yalan olmaz” ifadesiyle müslimleşmişlerdir. İnsanların düşünce yapılarını, inançlarını, tercihlerini etkileyen şahısların güvenilir olmasına çok ehemmiyet verir. İman ve Kur’ân hizmetinde olanların da en belirgin vasfının sıdk olması zarurîdir ki, inayet-i İlâhiye celp olunabilsin.

Bunlardan başka inayet-i İlâhiyenin celbine vesile olan diğer bir husus da iman ve Kur’ân hizmeti yapan, ulvî bir dâvâda yürüyen insanların dâvâlarını anlatma esnasındaki tavırları, ciddiyetleri, laubalilikten uzak yaşantıları ve en önemlisi ifrat ve tefrit duygu ve hislerden uzak olmalarıdır.

İşârâtü’l-İ’câz adlı eserinde Bediüzzaman şöyle bir tesbitte bulunur: “Cenâb-ı Hakk’ın ahdi, meşiet, hikmet, inayetin ipleriyle örülmüş nurânî bir şerittir ki, ezelden ebede kadar uzanmıştır.” Konunun devamında hikmet, inayet ve meşîeti gereği insana türlü türlü istidatlar verildiği, bu istidatların terbiyesini cüz’i ihtiyarın eline verdiği, cüz’i ihtiyarînin yularını da şeriate verdiği tesbitinde bulunur. Dolayısıyla insan olmak, istidat ve kabiliyet cihetiyle bütün mahlûkatın üzerinde bir şeref kazanmayı netice vermiştir. İnsan bu şerefi ancak iman ile takdir edebilir ve insaniyetin kıymetini ancak o zaman anlayabilir. Hem maddî, hem manevî vücutta cilveleri görülen Esmâ-i Hüsnâ’yı iman nuruyla okuyabilir. İşte kâinattaki mahlûkat içerisinde en önemli göreve hâiz insan, vazifesini yapmazsa, yani vahid-i kıyâsî metoduyla hem kendinde hem de seyrettiği âlemde Cenâb-ı Hakk’ın isim, sıfat ve şuunlarını idrak etmezse inayetin kesilmesine sebep olur. Aslında insanın insan mertebesinde iken, hayvanî bir hayat tarzı, inayetin kesildiğine bir işarettir.

Dolayısıyla inayet-i İlâhiyenin celbine sebep, yaratılış hikmetine uygun hareket etmektir. Yaratılış hikmeti ise, öncelikle ubudiyet yapmak, sonra mahlûkatın tesbihatını müşahede, şükretmek ve tefekkür etmektir.

İnayet-i İlâhiye, enaniyetin olduğu alanlarda inkıtaa uğrar. Yani mahviyet ve tevazu sahibi olmak da inayet-i İlâhiyenin celbine sebeptir.

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Cenâb-ı Hak kâfirleri, ehl-i dalâleti de nimetlendirmektedir. Oysa inayetin celbine sebep hiçbir vasıf bunlarda yoktur. O halde bunun sebebi nedir? Akla gelen bu sorunun cevabını iki noktada değerlendirmek mümkündür. Birincisi, Allah’ın, Rahman isminin bir gereği olarak, mü’min, kâfir ayırt etmeden, bu dünyada yarattığı mahlûku nimetlendirmek, himayet etmek ve korumak anlamlarında inayet etmektedir. Rahmet sahibi bir zatın fiilleri böyledir. Bir diğer ciheti ise, Cenâb-ı Hakk’ın nimetlendirmesi her zaman inayet anlamında değerlendirilmez. Bazen gazab-ı İlâhînin bir tecellisi olarak da nimetlerini hesapsız arttırır. Gideceği ebedî cehennemde hiçbir hakkının kalmaması için, ahiretine nazaran bu dünyasını cennetleştirebilir. Ayrıca Allah’ın nimetlendirmesi, bazen onların küfrünün artmasına bir vesiledir.

Hâsılı, inayet-i İlâhiyenin celbine bir diğer sebep, her muvaffakiyetin Cenâb-ı Hakk’ın lütfu, ihsanı, bereketi ile olduğuna itikat etmek, bu tarz düşünce ile şirkten kurtulmak, vehimlerden uzak olmak inayet-i İlâhiyenin hem tecelli etmiş halidir, hem celbine sebeptir.

İnayet-i İlâhiyenin celbine sebep kişideki bazı vasıflar ve duygular olduğu gibi, harici âleminde de atacağı bazı adımlar inayet-i İlâhiyenin celbine sebeptir. Meselâ, yapacağı bir işte sebeplere müracaat etmek bir nevî fiilî duâdır. Bu dua, inayet-i İlâhiyenin celbine sebeptir. Bundan başka her faaliyetinde ihlâs düsturlarıyla hareket ve istikameti muhafaza inayet-i İlâhiyenin celbine bir başka sebeptir.

İnayetin celbine belki de bütün bu saydıklarımızda beraber önemli bir diğeri sebep de mü’minlerin ittifakı, vifakı, uhuvveti ve muhabbetidir. Çünkü muhabbet ve uhuvvet, inayet-i Rabbaniyeyi celb etmektedir ve Allah’ın rahmeti ittifak hâlinde olanlaradır. Mü’minlerin kendi aralarında ittifakı oluşturamaması, hizmetin sekteye uğraması iman ve Kur’ân hesabına bir cinayet hükmüne geçmektedir.

Bediüzzaman, menfî milliyetçiliği anlattığı 26. Mektub’un Üçüncü Mebhasında bu meseleye şöyle bir misâl verir. Ehl-i imanın birbiriyle uğraşması bir sinekle mücadele edip, arkasını yılanlara dönmek veya pençesini hazırlamış ejderhaya dönmek anlamı yükler. Ufak tefek kusurlarla uğraşıp ittifakı ve ihlâsı bozmak dışarıda hücuma hazır yılanların işini kolaylaştıracaktır. Bu yüzden Bediüzzaman, talebelerine sık sık tesanüd, uhuvvet, ittifak, muavenet dersleri verir.

Netice olarak, her Kur’ân talebesi, inayet-i İlâhiyeye mazhardır. İnayetin artması ve devamı için de sebeplere yapışmak, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını tahsil gayretinde olmak ve inayetin celbine sebep olacak vasıflarla vasıflanmak gerekir. Bunlar yapıldığı takdirde, şu andaki üzücü hadisât tamamen inayet-i İlâhiye ile değişecektir. Allah, her şeye kadirdir, yeter ki bizler o kudretin, inayetin, merhametin celbine vesile olacak hayatlar yaşayalım, düşünce ve hislerle donanalım.

 

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*