O bir ‘yalnız adam’dı

DuygularIn sisli bir sonbahar gibi ruhumu sardığı soğuk bir aralık günü…
Sevgili kardeşim Gürkan Bey, “Hür Adam” filminin özel bir gösterimi için arıyordu.
Birkaç gün önce de yapımcısı Mehmet Tanrısever’i izlemiştim. Bu sıra dışı insan filmi anlatıyordu.

Daha doğrusu anlatamıyordu. Sunucu, “ “Mehmet Bey isterseniz önce filmden birkaç kare izleyelim sonra sohbetimize geçelim” demişti. Filmden kareler ekrana gelmeye başladığında, Mehmet Bey’in yüzünde de hüzün gölgeleri gezinmeye başlamıştı. Az sonra da gamlı gözlerinden dökülen iri damlalar, arkadan gelecek sağanağın habercisi gibiydi. Ekranda sarsıla sarsıla ağlamaya başlamış, bir hayli zaman sonra sakinleşince de; “ ben bu filmin adını Hür Adam koydum ama o

“Yalnız Adam” demişti. Bu cümle bir kor gibi dokunmuştu yüreğime.
Daveti hemen kabul ettim.
Hava güneşli olmasına rağmen soğuktu. Mehmet Tanrısever’in Kıraç’taki iş yerine vardığımızda öğle de olmuştu.
Biraz sonra, Abdullah Yeğin Ağabey de geldi. Ömrünü iman hizmetine adamış bu muhteşem insanı görmeyeli yirmi yılı geçmişti. Saçları, kaşları, bıyıkları incecikten kar yağmış gibi ağarmış, adımları iyice ağırlaşmış olan bu iman abidesi insan sanki sırtında bir dağ taşıyor gibi yürüyordu.
Üstadımızın son gecesinde ifa ettiği tarihi görev düştü hatırıma.

1960’ın soğuk bir Mart gecesi.
Gece sırtını sabaha dayadığı bir anda, Urfa semalarında binlerce kuş…
Uçuyorlar, kavis çizip yeniden kalktıkları yere geri dönüyorlar, karanlıkta kanatlarını açıp kapıyorlar, duruyorlar, sonra yeniden koşuyorlar.
Bir çığlık ki, karanlığın bağrına gömülü evlerin ışıkları birer ikişer yanıyor, pencereler açılıyor.
Böylesi görülmüş şey değil…
Yağmur hafif hafif çiseliyor.

İpek palas Oteli’nin kapısına dayanan emniyet amirinin sesi yırtıyor karanlığı.
“Ankara’nın emri tez Urfa’dan çıkacaksınız, bizi zor kullanmaya mecbur etmeyiniz.”
Sadakat timsali Urfa halkı oradadır.
“Üstad Bediuzzaman bizim misafirimizdir, vermeyiz”
Saçları gece karası, çakır gözleri çakmak çakmak bir genç, gecenin karanlığında, çiseleyen yağmur altında, Urfa’nın taş döşeli daracık sokaklarında bir başına koşar adımlarla yürüyor.
Hızlı, telaşlı adımlardan yayılan sesler karışıyor gecenin karanlığına.
Dönemin Başbakanı Adnan Menderese, “ömrünü iman ve Kur’an hizmetine adamış insanı Urfa emniyeti rahat bırakmıyor, bu haksızlığa müdahale ediniz” diyerekten telgraf çekmek için, gecenin o saatinde Urfa Postanesi’ne gitmektedir.
İpek Palas Oteli’nin 27 no’ lu odasında yağmur gözlü güzel, usulca gözlerini kapamış, nurdan bir abide gibi inancın ve asaletin yüceliğinde öylece uyumaktadır.
“Uyudu, ağrıları biraz olsun hafifledi herhalde” diyerek üstünü örtüyorlar.
Sabah ezanları, Urfa minarelerine can vermeye başlıyor. Şehrin üzerini örten karanlıklar, siyah bir şal gibi dalga dalga açılmaya başlıyor.
Yalnız Adam, yatağında sessizce uyumaktadır. Nereye gitse, ardı sıra gelen sadık talebeleri yanı başındadır.
İman abidesi insanın, ilk defa üzerine sabah ezanı okunmaktadır.
Görülmüş şey değil.

En hasta anlarında hatta zehirlendiği günlerde bile “namaz vakti geldi mi?” diye mutlaka soran insan, namaz vaktini sormamakta, Urfa minarelerinden yükselen ezanları duymamaktadır.
Her gece, ezandan birkaç saat önce kalkan, yaz geceleri ağaçların tepesinde, kışları da odasında, vaktin girmesine bir saat kala evrad-ı ezkarını bitiren, sonra da namaz vaktini bekleyen maneviyat sultanı kıpırtısız uyumaktadır.
Kuşlar, çığlık çığlığadır dışarıda.
Gecenin siyah saçlarına düşen yağmur altında Urfa sokaklarında postaneye doğru yürüyen soylu gencin içini bir ürperti kaplar.
Adımlarını daha bir hızlandırır…
O gece, Urfa postanesinin yolunu tutan o soylu genç şimdi adımları iyice ağırlaşmış, saçları, kaşları, bıyıkları iyice ağarmış olan Abdullah Yeğin Ağabeyden başkası değildi. Salonda önümde oturuyor ve ben de yan profilden İçinin aydınlığını ele veren o nur gibi yüze bakıyordum.
Ve salondaki ışıklar ağır ağır söndü.
Doğuda dağlar arasında bir köy sahnesiyle başladı film.
Filmin en hazin iki sahnesinin ilk Van sürgünü ve Afyon Hapishanesi’nde yaşanan sahneler olduğunu söylemeliyim.
Acıların kapıları yokladığı, duvarları, dağları dövdüğü bu sahneler de salondakiler gözyaşlarına boğuldu.
1925 yılının soğuk bir şubat günü Van’dan başlayan sürgün günleri dağlar arasındaki küçük bir kasaba olan Barla’da noktalanıyordu.
Kadın erkek, çoluk çocuk, genç ve ihtiyarların oluşturduğu kafilenin uzunluğu kilometreleri buluyor. Askerler, yurdundan yuvasından edilmiş bu insanların etrafında kuş uçurtmuyor. Zaten bu soğukta kuşlar da ortalıkta görünmüyor ya. Yuvalarına ya da kuytu bir yerlere sığınmış olmalı.
Rüzgarın uğultusu yüreklere ürperti salarken kafileler de yüzlerce kızakla düşe kalka yol almaya başlıyor. İşte o ayrılış anı yürekleri dağlıyor. Bir birine son defa bakan, bir birine sarılan, ağlayan ağıt yakan insanlar…
Rüzgar kendince bu ağıtlara iştirak ediyor, tipi, vadilerden aldığı karları yamaçlara, zirvelere doğru savuruyor.
Yalnız Adam’ın kaşları siyah, bıyıkları gür, gözleri ateş saçan, mahalli kıyafeti içerisinde muhteşem duruyor.
Elinin biri, Van Müftüsü Masum Efendi’nin eliyle kelepçeli. Masum Efendinin bileğini kelepçe kesmiş kanıyor, sıkışan kolunu gevşetme talebi, sırtına inen bir dipçikle cevabını buluyor ve çamurların içine yüzüstü düşüyor. Yalnız Adam boşta kalan eliyle müftü Efendinin çamurlara belenmiş yüzünü yıkıyor.
Aylar süren yolculuktan sonra kafile, Patnos, Ağrı, Korucuk, Trabzon üzerinden gemiyle İstanbul’a getiriliyor.
Filmin önemli bir bölümü sürgünün son durağı olan Barla’da geçiyor.
Yalnız Adam, soğuk bir şubat günü giriyor Barla’ya. Bir elinde içine bütün dünyasını sığdırdığı sepeti.
Bir elinde çamurdan kurtardığı yırtık lastik ayakkabı.
Beyaz yün çorapla çamurlara bata-çıka yürüyor.
Yağmur altında, iki askerin arasında…
Yüreğindeki yangınlarla yürüyor yarınlara.
Barla’da ve bütün bir Anadolu’da kış hükmünü icra ediyor.
Ama Kış’ın gözyaşlarında bahar var.
Son tipilerinden sonra bahar geliyor, Barla’ya.
Toprak kabarıyor, esniyor, geriniyor…
Badem ağaçları, Barla’nın bağlarını gelin alayları gibi dolduruyor.
Karşısında Eğridir Gölü, mavinin en tatlı tonlarında titrerken; yıldızlar, berrak bir gökyüzünde tebessüm ediyor.
İçinden “ “Bak! Allah’ın rahmet eserlerine” diye bir haykırış kopuyor.
Ruhunun ilhamlarını yazacak ne kalem ne de kâğıt var.
Çocukların el işi kâğıtları, atılmış sigara paketleri, kullanılmış mektup zarfları, kese kağıtları, kibrit kutuları yetişiyor imdada.
Barla’da bir sevda tutuşuyor, Barla, asrın iman hizmetine beşiklik ediyor.
Kalem tutan eller, sessiz tezgâhlar gibi işlemeye başlıyor, İman tekniğe meydan okuyor,
Yazılanları, nur postacıları, ateş böcekleri gibi gecelerin bağrında, dağ, dere, tepe demeden köy köy, kasaba kasaba ulaştırıyor.
Kulübesini, ağaçların tepelerine kuran Yalnız Adam özgür dağlarda tutsak…
Yıldızlarla söyleşiyor yarınları, yıldızlara döküyor derdini. Gecenin bağrında ağaçların tepesinde sabahlara kadar inliyor.
İlk ışıklar ağaçların tepelerindeki kulübelerden fışkırıyor…
Duygularımın sisli bir sonbahar gibi ruhumu sardığı soğuk bir aralık günü…
Sevgili kardeşim Gürkan Bey “Hür Adam” filminin özel bir gösterimi için arıyordu.
Yapımcının; “ Ben bu filmin adını “Hür Adam” koydum ama o Yalnız Adam” sözleri bir kor gibi düşüyor yüreğime. O bir yalnız Adam’dı.

Harun Tokak, Yeni Şafak-Pazar, 16.1.2011

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*