Büyük İslâm âlimi, Kur’ân müfessiri ve çağın müceddidi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin 43. vefat yıldönümü, Bağdat başta olmak üzere Irak şehirlerinin “şok ve öldürücü” bombardımanlarla alev alev yandığı, sayısız masumun bombalar altında can verdiği günlere rastladı.
Sabah ezanıyla başlayan öncü saldırıları, yatsı ezanına rastlatılan büyük taarruz takip etti. Şimdi dünya, alev alev yanan Bağdat’ı dehşetle izliyor. Zaten saldırıya verilen isim de “şok ve dehşet.”
Şüphesiz, vicdan sahiplerinin bu iç karartıcı ve kasvetli manzaraya tahammül etmeleri mümkün değil. İnsanlık, önleyemediği bir savaşın masum kurbanları için gözyaşı döküyor, matem tutuyor.
Bu vicdan azabının, zulme razı olmayan insanlardaki mücadele azmini kıracak bir psikolojik yıkıma dönüşmesini önleyecek reçete ve ölçüleri ise, her olayı Yaratıcının rahmet ve hikmeti penceresinden ele alan Bediüzzaman takdim ediyor.
Herşeyde “rahmet-i İlâhiyenin izini, özünü ve yüzünü görebilen” bir bakış açısı, Irak’ta olup bitenlerin yaşattığı ıztıraplara da merhem oluyor.
Saldırılarda hayatını kaybeden masumların şehitlik rütbesine erişerek ebedî hayatta Cennet gibi bir saadet iklimiyle ödüllendirileceği, mal kayıplarının da yine sonsuz ikramlarla telâfi edileceği inancından daha güçlü bir tesellî bulunabilir mi?
İşin masum kurbanlarla ilgili uhrevî boyutu bu.
Bediüzzaman, Irak savaşına kader cihetiyle bakışın anahtarını da veriyor. Söz gelişi, Birinci Dünya Savaşı için “Rüyada bir hitabe”de yaptığı tahlil, bu açıdan bilhassa aydınlatıcı ve yol gösterici.
Bir defa savaş belâsı, namaz, oruç, zekât, hac gibi temel vazifelerde gösterdiğimiz toplu ihmallerin keffareti olarak karşımıza çıkıyor. Müslüman milletler olarak bu keffaretten hissemizi, söz konusu ihmallerimizin derecesine göre alıyoruz.
Birikmiş namaz borçları ilâve askerî külfetler; zekât ve oruç borçları ekonomik kayıp ve zorluklar; hacdaki uhuvvet, ittifak ve dayanışma hikmetinin ihmali ise, Müslümanları doğrudan ilgilendiren bir krizde inisiyatifsiz ve çaresiz kalınmasının sonucu patlak veren bir savaş ve bu savaşın yol açtığı çok yönlü kayıplarla karşımıza çıkıyor.
Ayrıca, Saddam gibi kendi halkına karşı dahi acımasız bir diktatörün işlediği zulümlerin bedelini ödemek de, “Öyle bir musibetten sakının ki, sadece zalimleri değil, masumları da yakar” mealindeki ilâhî ikaz gereği, Iraklı masumlara düşüyor.
Tabiî, bu dünyada ödedikleri bedelin ahirette fazlasıyla telâfi edilecek olması ayrı bir mesele…
Said Nursî böylesi belâların dünyevî neticelerinden söz ederken de, çok önemli ve ferahlatıcı bir kaideye dikkat çekiyor: “Bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten de saadet çıkar. Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın başlangıcıdır.”
Bu kaideyi Birinci Dünya Savaşına tatbik ederken ise, “Fâsık ve günahkâr bir milletten, dört milyon insanı veli derecesine çıkardı, gazilik ve şehitlik rütbesi verdi. Müşterek hatadan ileri gelen müşterek musibet, mazi günahını sildi” diyor.
Zaten keffaretin anlamı da, günahları silmesi.
Şimdi Irak’ın başına gelen musibet, savaşta hayatını kaybeden masumları şehit, yaralananları gazi mertebesine çıkarırken, bu savaşın Irak halkına ve dolaylı olarak Türkiye başta olmak üzere İslâm âlemine vereceği zararlar ise keffaret hükmüne geçecek ve neticede Irak’ın felâketi, İslâm dünyasının müstakbel saadetiyle telâfi edilecek.
Irak’a yönelen haksız saldırının Müslüman toplumlarda uyandırıp güçlendirdiği kardeşlik ve dayanışma duygusu bunun zeminini hazırlayacak.
Bu dayanışma, samimî Hıristiyan âlemi başta olmak üzere tüm insanlığı bir araya getirecek. Papa’nın barış için koyduğu tavır, AB’nin bölündüğü halde savaşa direnmesi, Simyacı yazarı Coelho’nun Bush’a yazdığı mektup bunun işaretleri.
Gelişmeler Bediüzzaman’ı yine doğruluyor.
Benzer konuda makaleler:
- Albay Bediüzzaman
- Masumlar neden zarar görüyor?
- Arap Baharı Nereye?
- Petrole susamışlar!
- Tek çıkış yolu Bediüzzaman modeli
- Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir?
- Bediüzzaman TIR’ına çirkin saldırı
- Kur´ân´a hakaret eden askere büyük infial
- Çöle inen Nur
- Nûr-u Kur´ân
1959 Kütahya doğumlu. İlk ve ortaöğrenimini burada tamamladıktan sonra İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdi. Fakülteye girdiği yıl Yeni Asya Yayınlarında çalışmaya başladı. Yayınevinin çıkardığı çok sayıda kitabın editörlüğünü yaptı. Bu görevini sürdürürken, 1984-92 yılları arasında, aylık Köprü dergisinin sorumluluğunu üstlendi. 1988 yılı başından itibaren yayına başlayan Bizim Aile dergisinin kurucu editörü oldu. 1992 yılından bu yana Yeni Asya Gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliği ve Başyazarlığı görevlerini yürütüyor.
İlk yorum yapan olun