İslam´da Aile

Giriş

Akrabalık ilişkileriyle birbirlerine bağlanan fertlerin bir araya getirdiği topluluğa âile denir. Âileyi teşkil eden fertler devirlere, bölgelere, sosyal ve iktisadî yapıya göre değişmektedir.

İslâm’dan önce ailenin müstakil bir varlığı olduğunu söylemek güçtür. O dönemde âile, mensubu bulunduğu kabilenin bir parçası sayılırdı. Zira bu toplumda bir ailenin üyesi olmaktan çok, bir kabilenin üyesi olmak, değer taşımaktadır. Kabile âdeta büyük bir âile gibiydi. O dönemde âile koca, eş veya eşler, çocuklar ve kölelerden oluşmaktaydı.

İslâm âile ile kabileyi ayırdı. İslâm’da âile daha çok ataerkil bir yapıya sahip olmakla birlikte kadına da büyük haklar verildi. Geleneğe göre âile reisliği ikiye ayrılmış gibidir. Âilenin dış işlerinden koca, iç işlerinden kadın sorumludur. Konunun hukukî uzantısı da böyledir. Erkek, âilenin maddî sorumluluklarını yüklenmiş iken, kadın âile içi ve çocukların bakımını üstlenmiş görünmektedir. Hukukî anlamda çocukların bakım hakkı kadınlara aittir ve çocuğun yakın akrabaları tamamen bitmeden erkeklere çocuklara bakma (hıdâne) hakkı tanınmaz. Ancak bu durum kadının çalışma hakkının kısıtlandığı anlamına da gelmez. Prensip olarak kadın, erkeğin çalıştığı her işte çalışabilir. Ancak nafaka sorumluluğu erkeğe ait olduğu için kadından zorunlu olarak çalışması istenmez.
 

1. Evlilik İnsan Yaratılışının Tamamlanmasıdır.

Birbirine benzeyen veya zıt olan iki şeyden her birine sözlükte zevc denir. Gece ve gündüz ile iki ayakkabıdan her birine zevc denir.

Yaratıcı, zâtı itibariyle bir olduğu gibi, sıfatları ve özellikleri itibariyle de birdir. Mahlûkat ise çift olarak yaratılmıştır. Her bir cins, biri erkek diğeri dişi olmak üzere iki asıldan yaratılmıştır. Cenâb-ı Allah insanın yaratılışı hakkında şöyle buyuruyor: “Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten (Âdem’den) yaratan ve ondan da eşini (zevc) yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının.”[1] Allah önce ilk insanı, sonra da ondan eşini yaratmış olup bütün insanlar bu iki kişinin neslinden türeyip çoğalmışlardır.

Cenâb-ı Allah insanları çift olarak yarattığı[2] gibi, bütün hayvanları ve [3] bitkileri[4] de çift olarak yaratmıştır. Yüce Allah “zevceyn”[5]  kavramı ile de erkek ve dişiyi kastetmiştir. Bir insanın iki ayakkabıya ihtiyacı varsa tek ayakkabı bu ihtiyacın yarısı görmez. Hatta ayakkabısız yürümek tek ayakkabı ile yürümekten daha kolaydır. Ayakkabı biri sağ, diğeri sol ayak için olmak üzere çift olursa işe yayar  ve ancak bu şekilde ayakkabılık görevini yerine getirmiş olur. Karı-kocanın zevcliği de böyledir.

Yaratılış tabiattır, fıtrattır, kanundur. Yaratılışa ait neticelere ulaşmak için yaratılış kanunlarına uymak gerekir. Yaratılış kanunlarına uymak, her şeyin kendi gayesi istikametinde kullanılmasını gerektirir. Bu kullanımla her şey kendisine yüklenen görevi tamamlamış ve mânasını ifade etmiş olur.

Hayvanlara ve bitkilere bakıldığında cinsiyet farklılığının gayesinin, kendilerine mahsus meyveyi vermek ve nesillerini devam ettirmek olduğu anlaşılır.

Yaratılmışlığın en temel özelliklerinden birinin zevciyet olması, iki zevcten her birinin yaratılışının tamamlanması ve kemale ermesi de ikisin birlikteliğine, yani evliliğe bağlı olduğunu göstermektedir. Tek ağaç meyve vermez. Kendisinin çürümesiyle birlikte türü de tükenmiş olur.
 

2. Evlilik Ağır ve Sağlam Bir Antlaşmadır.

Evlilik nikâh akdiyle gerçekleşir. Ancak evlilik, akitle kurulan diğer müesseselere nisbetle çok daha ciddî bir kurumdur. İnsanlar birçok konuda şaka yapabilir. Fakat evliliğin kuruluşunu temsil eden nikâh ile evliliğin sonunu getiren talâk (boşanma) hakkında asla şaka yapılmamalıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de nikâh akdi yoluyla kadının erkekten aldığı söz “misâk-ı galîz = ağır ve sağlam bir antlaşma”[6] olarak tavsif edilmiştir. Bu yüzden hayatta sadık kalınması gereken en önemli sözleşme, evlilik antlaşmasıdır. Ve yine bu yüzden insan her konuda şaka yapabilir, fakat nikah ve boşanma ile ilgili konularda asla şaka yapmamalıdır. Hz. Peygamber (sav) bu konuda şöyle buyuruyor:

 “Bir kısım insanlara ne oluyor da Allah’ın hududuyla (koyduğu sınırlarla) oynarlar. Onlardan biri çıkıp “(Ey kadın) seni boşadım, sana dönüş yaptım, seni boşadım” der.”[7]

“Üç şeyin şakası da ciddîdir, ciddîsi de ciddîdir: Bunlar nikâh, talâk ve ric’attır (boşadıktan sonra kocanın eşine tekrar dönmesi)”.[8]  Hanefî ve Şâfiî mezhepleri sözün literal anlamından hareket ederek şaka ile yapılan boşamanın geçerli olduğu kanaatine varmışlar; Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri ise sözü gâî anlamda değerlendirerek Hz. Peygamber’in bu sözle nikâh ve talâk gibi konuların ciddî konular olduğuna vurgu yaptığını, şaka ile tâlakın vâki olacağını kastetmediğini ileri sürmüşlerdir. Burada Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinin görüşleri bize göre de daha isabetli görünmektedir.
 

2. İslâm Evliliği Teşvik Ediyor.

İslâm’da aile tamamen dinî bir kurum olmamakla birlikte, bu müesseseye büyük önem verilmiş ve insanların aile kurmaları muhtelif âyet ve hadislerle teşvik edilmiştir. Çünkü âile hem kişinin huzur bulduğu bir yuva, hem de kişiyi çeşitli günahlardan ve kötülüklerden koruyan bir vasıtadır.

Cenâb-ı Allah birçok âyette erkek ve kadını zevc olarak yarattığını açıklamakla evliliğin tabiî ve fıtrî bir durum olduğuna dikkati çekmiş, kendi kendilerini evlendirmeye gücü yetmeyenlerin de evlendirilmesini emretmiştir:

“Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir. Evlenme imkânını bulamayanlar ise, Allah lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini kurusunlar…”[9]

İslâm’da evlenmenin genel hükmü sünnettir. Hz. Peygamber evlendiği gibi müslümanların da evlenmelerini teşvik etmiştir:

“Nikâh benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimi uygulamazsa benden değildir. Evleniniz, ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim.”[10]

İbn Necîh anlatıyor: “Resûlüllah (sav) “Kadını olmayan erkek miskîndir, miskîndir!” buyurdular. Yanındakiler:

“Çokça malı olsa da mı?” dediler.

“Evet çokça malı olsa da!” buyurdular. Sözlerine devamla: “Kocası olmayan kadın da miskînedir, miskînedir!” buyurdular. Yanındakiler:

“Çokça malı olsa da mı?” dediler.

“Evet, kadının çokça malı olsa da mı?” buyurdular.[11]

Bir kişi evlendiği zaman Hz.Peygamber (sav) ona şöyle dua ederdi: “Allah sana (evliliği) mübarek kılsın, üzerine bereket indirsin, ikinizin arasını hayırda birleştirsin.”[12]

Evlenmek, zevk ve haz için değildir. Evlenmek, âile teşkili, milletin beka ve devamı, ferdin duygu ve düşüncelerinin dağınıklıktan kurtarılması ve cismânî hazların zabt u rabt altına alınması içindir. Fıtratın çok meselelerinde olduğu gibi, zevkler, hazlar bir avans ve imrendirmeden ibarettir.

Hz. Peygamber (sav) gücü yeten gençlere evlenmelerini, gücü yetmeyenlere ise şehvetlerini kırabilmeleri için oruç tutmalarını tavsiye etmiştir: “Ey Gençler Topluluğu! Sizden her kim evlenmek külfetine gücü yeterse evlensin. Çünkü evlenmek gözü haramdan daha çok meneder, iffeti daha çok muhafaza eder. Nikâh külfetine muktedir olamayan kimse ise oruç tutsun. Çünkü oruç, oruç tutan kişi için şehveti kıran bir şeydir.”[13]  

3. Eşlerde Aranan Özellikler

Erkekleri bir kadınla evlenmeye iten sebepleri zenginlik, güzellik, köklü bir âileye mensûbiyet ve dindarlık şeklinde özetleyebiliriz. Burada dindarlık geniş kapsamlı bir kavram olup bu kavramla ahlak düzeyi yüksek ve dinin farz kıldığı ibadetleri yerine getiren kişi kastedilmiştir.

Hz. Peygamber (sav) bir hadislerinde şöyle buyuruyor: “Kadın dört şey için nikâh edilir; malı için, güzelliği için, âilesi için ve dini için. Sen dindar olanını tercih et, mutlu olursun.”[14]

Hz. Peygamber (sav) dindarlığı ve ahlak güzelliğini esas aldığı için bu vasfa sahip birisi bir kızı istediği zaman onun evlendirilmesini istemiştir:

“Dini ve ahlakı sizi memnun eden birisi sizden kız talep ederse onu evlendirin. Böyle yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve büyük bir bozgunculuk  çıkar.”[15]

Kur’ân’da ise evlenilecek kadının iffetli olmasına özellikle dikkat çekilmiştir: “…Bunlardan başkasını, namuslu olmak ve zina etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı…”[16] Burada iffetli olmaktan maksat meşrû bir evlilik dışında cinsel ilişkiye girmemiş, yani zina etmemiş olmak demektir. Bunun tabiî bir uzantısı olarak Cenâb-ı Allah zina eden kadın ve erkeğin birbirlerine layık olduklarını, iffetli kimselerin bunlarla evlenmemesini istemiştir.[17] Hz. Peygamber (sav) de “Celde ile cezalandırılmış zâni kimse, ancak kendisi gibi biriyle evlenebilir”[18] buyurmuşlardır.

Bu özelliklerin dışında dikkat edilmesi gereken önemli prensiplerden biri de denkliktir. O dönemde kızlar genellikle velîleri tarafından evlendirildikleri için Hz. Peygamber (sav) velilerin kızlarını dengi olmayan kimselerle evlendirmemeleri konusunda uyarmış, “Dünya ehlinin değer verdiği, peşinden koştuğu şey maldır”[19] diyerek, sadece mal tutkusuyla kızlarını başkasıyla evlendirmemelerini arzu etmiştir.
 

4. Evlilik Öncesi Görüşmeler

Geçmiş Arap âdetine göre babalar erkek çocuklarını evlendirmek istedikleri zaman uygun birini bulur ve isterlerdi. Evlenecek erkekler bazen evlenecekleri kızları görmezlerdi. Hz. Peygamber (sav) döneminde de benzerî uygulamaların olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Hz. Peygamber (sav) ısrarla evlenecek erkeklere evlenecekleri kızları görmeleri tavsiyesinde bulunmuştur.

Ebû Hüreyre anlatıyor: Adamın biri Ensâr’dan bir kadınla nikâh kıymıştı.  Resûlüllah (sav) “Kadına baktın mı?” diye sordu. Adam: “Hayır” deyince:

“Git, kadına bak. Çünkü Ensar’ın gözlerinde bir şey vardır!” buyurdular.[20]

Dikkat edilirse Hz. Peygamber, evlenecek olan kişiye değil, nikah kıymış olan kişiye bu tavsiyede bulunmaktadır. Burada çıkacak neticeye göre kadını gördükten sonra beğenmezse, nikâh bozulacaktır.

Câbir de şu hadisi rivayet ediyor: “Biriniz bir kadının tâlibi olunca, onun kendini evlenmeye davet eden yerini görmeye muktedirse, onu hemen yapsın.”[21]

Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bir hadis de şöyledir: “Biriniz bir kadın isteyeceği vakit ona bakmasında bir günah yoktur.”

Evlenmeden önce kadının nerelerine bakılacağı hususunda mezhepler arasında farklı görüşler vardır. Genellikle kabul edilen görüşe göre bir erkek kadının avret olmayan el ve yüzüne bakabilir. Eğer bunun dışında bilmek istediği bir şey varsa bunların kadınlar vasıtasıyla öğrenilmesi gerekir. Nitekim Resûlüllah (sav) Ümmü Süleym ile evlenmek istediği zaman bir kadını görmesi için yollamış ve “Ökçelerine bak ve yakalarını kokla”, diğer bir rivayete göre ise “Ön dişlerini kokla” diye talimat vermiştir.[22]

Görme ve hakkında bazı konuları öğrenme hususunda erkeklerle kadınlar eşittir. Ancak eskiden kadınlar erkekleri rahatça görebildikleri halde, örtünme sebebiyle erkekler kadınları rahatlıkla göremiyorlardı. Bu yüzden görme ile ilgili hadisler daha çok erkeklerin kadınları görmesi üzerinde yoğunlaşmıştır.

Günümüzde evlilikle ilgili bazı konuları konuşmak üzere, evlenecek olan kız ve erkeklerin, herkese açık olan yerlerde bir araya gelmesinde dinen bir sakınca olmadığı kanaatindeyiz. Ancak nikâh akdi olmaksızın herhangi bir ihtiyacı karşılamak maksadıyla olmayan ve sadece “hoşça vakit geçirmeyi” amaçlayan birliktelikleri maruz göremeyiz.

Burada iki hususa özel vurgu yapmak gerekir. Birinci olarak resmî nikâh kıyılmadan dini nikâh kıyılmamalıdır. İkinci olarak da evlilik kesinleşmişse, resmî nikah düğünden önce kıyılmalıdır.

Evlenmeye karar verebilmek için tarafların flört dönemi yaşamaları gerekli değildir. Gerçekte flört evlilik açısından menfî ve olumsuz bir sonuç doğurmaktadır. Çünkü bu dönemde gençler kendilerini birbirlerine beğendirmek için olanca riyakarlığı gösterecektir. Hiç kimse “Benim şöyle bir kötü tarafım var” demez. Bir kişinin geçimli olup olmadığını en kolay bir şekilde arkadaşlarından öğrenmek mümkündür. Arkadaşlarıyla geçimli olan bir insan dışarıdan bir müdahale  olmaması halinde eşiyle de iyi geçinir.
 

6. Evlilik ve Cinsellik

Hayvanlar ve bitkilerin şahadetiyle sâbittir ki, evliliğin asıl amacı neslin devamıdır. Erkek ve dişi hayvanların, yuvalarını yaparken gösterdikleri işbirliği ve daha sonra keyfi ilişkiye girmemeleri bunun en açık delilidir. Eşlerin birbirine karşı duydukları şehevî arzular o vazifeyi gördürmek için Yaratıcı tarafından verilen geçici bir ücrettir.

Evlilik arzusunu bir tohum gibi insanın fıtratına eken Allah Teâlâ, çocuk yetiştirme sevgisini de aynı şekilde insan fıtratına dercetmiştir. Zira evlilik sadece cismânî bir faydalanma hadisesinden ibaret olmayıp bir âilenin temellerini atmak gibi önemli bir hadisedir. Hz. Zekeriyya (as) yaşlı bir insan olduğu halde Rabbinden çocuk istemiştir. Hz. Zekeriyya: “Rabbim, bana katında temiz bir nesil ver, sen duayı işitensin”[23] diye dua etmişti. Hz. Zekeriyya’nın bu duası üzerine melekler “Efendi, namuslu, nefsine hâkim ve iyilerden bir peygamber olacak Yahyâ’yı müjdelemişlerdir.”[24] Hz. İbrahim (as) de bilgin bir erkek çocuğuyla müjdelendiği zaman karısı, şaşkınlık ve utangaçlığından elini yüzüne vurarak hayretini gizleyememiştir.[25]

Hz. Peygamber (sav) doğurgan olan kadınlarla evliliği teşvik etmiştir. Bir adam Resûlüllah’a (sav) gelerek “Ben (evlenmek üzere) asaletli ve güzel bir kadın buldum. Ancak kısırdır, çocuk doğurmuyor. Onunla evleneyim mi?” diye sordu. Hz. Peygamber:

“Hayır evlenme!” buyurdular. Sonra adam ikinci sefer geldi, yine ayın cevabı aldı. Adam üçüncü sefer gelince; “ (Ey insanlar!) vedûd (çok seven) ve velûd (çok doğurgan) olanla evlenin. Zira ben (kıyamet günü) diğer ümmetlere karşı çokluğunuzla övüneceğim” buyurdular.[26]

Evliliğin temel amacı neslin devamını sağlamak olmakla birlikte bu vesîleyle cinsî arzular da tatmin edilmiş olur. Neslin devamını sağlama amacının dışında eşlerin birlikte olmalarında bir mahzur olmadığı gibi bu husus ayrıca teşvik edilmiştir:

“…Biriniz bir kadında hoşunuza giden bir şey husus görürse, hemen hanımına gelsin; zira bu, nefsinde uyananı giderir.[27]

İslâm’a göre cinsî arzular ancak meşrû bir evlilikle tatmin edilebilir. Meşrû evliliğin dışındaki birliktelikler zinâ kabul edilir.

Cinsî arzular önemli ihtiyaçlardan sayıldığı için Kur’ân’ın nazil olduğu dönemde sadece hür insanların değil açıkça köle ve cariyelerin de evlendirilmesi emredilmiştir:

“Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir….”[28]  

7. Evlilik ve Dindarlık

Dindar olmak için evli olmak şart olmamakla birlikte, evlilik büyük ölçüde dindar olmaya yardımcı olur. “Kim evlenirse dinin yarısını tamamlamış olur. Geri kalan yarısı için de Allah’tan korksun”[29] hadisi bunun en açık delilidir.

Dindarlığın bir yönü kötülüklerden uzak durmak, ikinci yönü ise iyilikleri, özellikle farz ibadetleri yapmaktır. Bu iki yönü birbirinden tamamen ayrı tutmak mümkün değildir. Çünkü hayır ve şer bir araya gelmez. Dünyada hayır ve şer karışık olmakla birlikte insanlarda bunlardan birisi daha ağır basmaktadır. Özellikle haramlarla farz olan şeyleri bir arada tutmak kolay mümkün olmaz. Çünkü bu durum fıtrata aykırıdır. İnsan hem meleği, hem şeytanı aynı ölçüde sevemez ve memnun edemez. Ya melek, ya şeytan ağır basacaktır. Eğer bir kişi, şeytanın mekanlarında (meyhanelerde, kumarhanelerde, uyuşturucu pazarlarında) gezip dolaşıyorsa, bu insanın camilere, mescitlere, ibadethanelere devam etmesi çok zordur. İbadethanelere gelenler de şeytanın mekanlarına gitmezler.

Zina İslâm’da büyük günahlardan biri sayılmıştır. Dolayısıyla zinaya devam eden adam kolay kolay camiye gelmez. Bu kişinin Allah’ın yoluna gelmesi için öncelikle zinayı terketmesi gerekir. Evlilik ise insanı zinadan koruyan unsurların başında gelir.

Allah Teâla karı-koca hakkında “onlar sizin için elbisedir, siz de onlar için elbisesiniz”[30] buyuruyor. Eşlerin birbirine elbise olmaları, birbirini zinaya düşmekten korumaları anlamına gelir. Diğer taraftan Cenâb-ı Allah gerek maddî gerek mânevî çirkinlikleri örten şeyler için “libâs (elbise)” ifadesini kullanır:

“Ey Âdem Oğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi (libas), süslenecek elbise indirdik. Takva elbisesi ise (sizin için) daha hayırlıdır. Bunlar Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).”[31]

Âyetteki “takva elbisesi” bazı âlimler tarafında hayâ, sâlih amel ve yüzdeki hoş çehre gibi güzel ahlâkın tecellilerinden sayılan manevî unsurlarla tefsir edilmiştir.

Giysi insanın ayıp yerlerini örterken, takvâ elbisesi günahlarını örter. Eşler  birbirini günahlardan korudukları için âyette “libas = giysi, elbise” olarak değerlendirilmiştir.
 

8. Evlilik Pek Çok Ruhî İhtiyaçları Karşılar

İnsanın değeri daha çok ruhî özelliklerinden kaynaklandığı gibi en büyük ihtiyaçları da ruhî ihtiyaçlarıdır. Ruhî hayatın merkezi kalptir ve kalpte olması gereken ilk şey de sevgidir. İnsanın canlılığı maddî kalbin çalışmasına bağlı olduğu gibi, manevî hayatının canlığı da kişinin kalbinde sevgi hissinin bulunmasına bağlıdır. Manevî kalp, sevgiyle doyar ve mutluluğa kavuşur.

Cenâb-ı Allah insanı dünyada rahatlatan, dindiren, huzura erdiren, sükûnete kavuşturan iki şeyden bahseder: Birincisi gece, ikincisi ise kişinin zevcesidir.

“Sekene” fiili durmak, susmak, dinmek, sükûnete kavuşmak anlamına gelir. Bir yerde oturan ve ikamet eden insanlar için de ism-i fail kipinde “sâkinler, o bölgede ikamet edenler” anlamında “sekene” kelimesi kullanılır.

“Sekene” Arapça’da “ilâ” edatı ile birlikte kullanıldığı zaman canı ısınmak, alışmak, huzur bulmak mânasına gelir. Kur’ân’da gece hakkında şöyle buyuruluyor: “O, içinde sükûnet bulasınız, dinlenesiniz diye sizin için  geceyi…yarattı..”[32]

İnsanı sükûnete kavuşturan ikinci şey kişinin eşidir. Yüce Allah bir âyette “Sizi bir tek candan yaratan, ondan da yanında huzur bulsun diye eşini (Havvâ’yı) yaradan O’dur…”[33]

Cenâb-ı Allah başka bir âyette ise şöyle buyuruyor: “Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir…”[34]

Dünyada insanın bulacağı en iyi şey kalbe mukabil bir kalptir. Bir erkeğin kalbine karşılık en iyi kalp bir kadın kalbidir; bir kadının kalbine karşılık en iyi kalp de bir erkek kalbidir. Elbette insan en çok kendisini dünyaya getiren ve besleyip büyüten anne ve babasını sever. Fakat bu kalpler arasındaki sevgi ebeveyn-çocuk ilişkisidir. İnsan büyüyünce kendi kalbine denk bir başka kalp arar, hayatını onunla paylaşır ve onunla mutlu olur. Yerinde duramayan, nereye gittiğini ve nerede kalacağını bilmeyen, dönecek sıcak bir yuva arayan insan, hayatının merkezinin eşi olduğunu görür ve gerçek yuvanın taş duvarlardan ibaret olan binaların değil eşinin yanı olduğunu anlar. Cenâb-ı Allah insanın kalbine bu sevgiyi attığı gibi, Hz. Peygamber (sav) de bir hadislerinde güzel koku, kadınlar ve “gözümün nuru” dediği namazın kendisine sevdirilmiş olduğunu[35] söylemiştir. Başka bir hadislerinde de “Dünyanın hepsi (kendisinden faydalanılacak) bir metâdır. Dünya metâının en hayırlısı ise sâliha bir kadındır”[36] buyurmuşlardır.

Yalnızlık Allah’a mahsustur. İnsan yaratılışı itibariyle sosyal bir varlıktır ve hayatı başkalarıyla paylaştığı ölçüde mutlu olmaktadır. Çalışma hayatında insan hayatını pek çok kişiyle paylaşır. Fakat akşam olunca her biri arkadaşını gece karanlığında bırakır, kendi yuvasına koşar. Anne-babalar dahi evlerde kendi odalarına çekilirler. O sırada kişinin kendine en yakın olarak bulduğu insan eşidir. Eşler birbirinin yalnızlığını, garipliğini, kimsesizliğini giderir. Evlilik vasıtasıyla insanlar elini uzattığı zaman karşısında onu tutacak, düştüyse kaldıracak, hastalandıysa iyileşmesi için var gücüyle çırpınacak bir sevgi eli bulurlar.

Tek başına yaşayan insanın maddî anlamda bir evi bulunsa da, hayatının odak noktası ve severek gelip sığınacağı bir evden mahrum olduğu için, yalnızlık sıkıntısından kurtulmak için fıtrî olmayan gayr-ı meşrû yollara sapar, olur olmaz çeşitli yerlere girer, çıkar. Bu yerlerde kısa bir müddet için mutlu olduğunu zannetse bile, buralardan ayrıldığı anda kalbinin boşluğundan kaynaklanan ruhî yalnızlıktan kurtulamaz, hayatını âdeta bir serseri gibi geçirir.

Âile hayatı insanı soysallaştırır, topluma adapte eder. Çünkü âile, toplumun en küçük parçasıdır. Âile kurumu insanın ruhî hayatına en uygun sosyal çevreyi meydana getirmek suretiyle insanı yalnızlıktan, neşesizlikten ve her türlü manevî sıkıntılardan kurtarır. Bu itibarla her insanın evi  kendisine has küçük bir cennet hükmündedir.

Bir atasözünde “Sevgi iki baştan olur” denir. Tek başına bir insan bir kişiyi sevecek olsa dahi ondan karşılık bulamazsa bir süre sonra bu sevgi biter. Âile ocağında birlikte yeyip içmeler, birlikte gezip tozmalar, birlikte çocukları büyütme ve yetiştirme, iyi günde, kötü günde birbiriyle yardımlaşmalar, birisinin zaafa düştüğü anda diğerinin onun imdadına koşuvermesi gibi haller sevginin iyice yerleşmesine ve kökleşmesine sebebiyet verir. Eşler birbirini daha çok sevmek istiyorlarsa mümkün olduğu kadar çok şeyleri birlikte severek yapmalıdırlar ve birbirlerine her konuda yardımcı olmalıdırlar. Bir insan hayatta hiçbir kişiyle bu denli farklı bir ilişki içinde olamayacağı için, eşinden başkasını da bu denli fazla sevemez.

Sevginin büyümesini etkileyen en önemli unsurlardan biri de dünyada eş olanların, ahiretteki hayatlarının da aynı eşlerle devam edeceklerine inanmalarıdır. Konuyla ilgili olarak Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor:

“(O yurt) Adn cennetleridir: oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından sâlih olanlarla beraber girecekler, melekler de her kapıdan onların yanına varacaklardır.”[37]

“Siz ve eşleriniz ağırlanmış olarak cennete giriniz.”[38]

“Onlar ve eşleri gölgeler altında tahtlara kurulurlar.”[39]

Bir kişi eşinin bazı hatalarını görse de onun ebedî arkadaşı olduğunu dikkate alarak onun üzerine fazla gitmez, hatasını her seferinde yüzüne vurmaz, durduk yerde huzursuzluk çıkarmaz.
 

9. Evlenmek veya Sevgili Kalmak

Avrupâî hayat tarzına özenen İslâm ülkelerinde son zamanlarda gençler evlenmek yerine  uzun süre sevgili olarak yaşamayı ve bu tür bir beraberliği âdet haline getirmeye başlamışlardır. Bunlar evlilerde olduğu gibi belli bir saygı görmekte, sevgilileri tanıyanlar onları âdeta âile bağıyla birbirine bağlı kişiler gibi algılamaktadır.

Âile ile âile olmayanı birbirinden ayıran çizgi nikâhtır. Gerek din gerek kanun açısından sevgili birlikteliklerin bir değeri yoktur. Sevgili olmak, sadece iki kişinin cinsi açıdan birbirinden faydalanmasından ibarettir. Âile ise karı kocanın hayatı, maddî ve manevî bütün varlıklarını birlikte paylaştıkları bir müessesedir. Âilede her şey ortaktır. Hatta İslâm inancına göre bu, ebediyete kadar uzanan bir ortaklıktır.

Sermaye ortaklıklarında olduğu gibi insanlar âile ortaklığından da ayrılabilirler.  Bu yol da açık olduktan sonra insanların nikahsız olarak birlikte yaşamalarının bir anlamı yoktur. İnsanlar cinsî beraberliği arzu ettiği andan itibaren bu birlikteliklerini nikâh bağıyla meşrulaştırmalıdırlar.

Eğer evliliklerde her iki taraf birbirinden memnun olmazsa, bu durumda ayrılık hiç zor değildir. Eğer erkek kadından memnun değilse, din kendisine hanımını boşama hakkı tanımıştır. Ancak bunun için bazı maddî fedakârlıklarda bulunması gerekecektir. Eğer kadın kocasından memnun değilse bunun da iki yolu vardır. Ya bu memnuniyetsizliği kocasının haksızlığından kaynaklanır. Bu durumda kadın hakime başvurup ayrılma talebinde bulunabilir. İslâm’a göre mahkeme yoluyla ayrılmalarda karı ve koca eşittir. Erkek hangi sebeplerden eşinden ayrılmak istiyorsa, kadın da aynı sebeplerden dolayı eşinden ayrılmak isteyebilir. Eğer kadın kocasının haksızlığından değil de kendince hoşuna gitmeyen bir sebepten dolayı ayrılmak istiyorsa, o zaman kadın, evlenirken kocasından aldığı mehri geri verir ve kocasından ayrılır. Bu şekilde ayrılmaya İslâm’da muhâlaa denilmektedir. Bu ayrılma Kur’an’da şöyle anlatılır:

“…(Ey Müminler!) Siz de karı ile kocanın, Allah’ın sınırlarını, hakkıyla muhafaza etmelerinden kuşkuya düşerseniz, kadının (erkeğe) fidye vermesinde her iki taraf için de sakınca yoktur. Bu söylenenler Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın onları aşmayın. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerdir.”[40]

Âile kurduktan sonra iki tarafın arzusu veya tek tarafın isteği ile nikâh bağını çözmek mümkün iken hayata sevgili olarak devam etmenin mantıklı bir açıklaması yoktur.
 

10. Modern Dünyada Âile

Biz, modern dünya deyince, birinci derecede Amerika ve Avrupa ülkelerini kastediyoruz. Modern dünyada resmî evlilikler düşme eğilimine girdiği gibi, mevcut aileler de boşanmalar yoluyla hızlı bir şekilde çözülmektedirler. Şüphesiz bu durumu, modern hayat tarzının bir neticesi olarak değerlendirmek mecburiyetindeyiz. Modern dünyada temel düşünce, “bu yaşantı tarzımızdan taviz vermeyelim, ama evlilikler de devam etsin, âileler çözülmesin” şeklindedir. Esasen bu düşünce, kendi içinde bazı çelişkilileri ihtiva etmektedir. Eğer modern hayat tarzı, âilenin çözülmesi neticesini doğuruyorsa, bu hayat tarzını benimseyerek âileyi devam ettirmek nasıl mümkün olacaktır?  

Esasen modern dünyanın önünde iki şeyden birini seçme zorunluluğu vardır: Ya modern hayat tarzı yaşatılmaya devam edilecek, -tabiî ki bunun neticesinde âilesiz bir yaşam tarzına doğru gidilecek-; ya da âileyi korumak için modern hayat tarzında bu yönde bazı değişiklikler yapılacaktır.

Modern hayat tarzının âileyi yavaş yavaş bitirdiği, sosyal bir olgudur. Öncelikle burada yapılması gereken şey, âilenin bitiş sebeplerini araştırmak olmalıdır. Verilecek karar hangi yönde olursa olsun, her iki durumda da bu sebeplerin tespiti bir zorunluluktur. Ortaya çıkacak olan sonuç az veya çok modern hayat tarzımızda bazı değişiklikler yapılmasını gerektirecektir.  Modern dünya ya bu değişiklikleri yapar ve âileleri korur; ya da bu hayat tarzını devam ettirme hususunda kararlı olur, ama âileden büyük ölçüde taviz verir. Bu bir tercih meselesidir.

Fakir ve az gelişmiş ülkelerde ekonomik krizler olduğu zaman, bu durum aynı ölçüde sosyal krize dönüşmez. Ekonomik krizler çoğu kez âileler tarafından göğüslenir. Gelişmiş ülkeler henüz devletlerinin üstesinden gelemeyeceği büyüklükte bir ekonomik krizle karşılaşmamışlardır. Bu ülkelerinde devlet gelirlerinin yüksek oluşu sosyal patlamaların ortaya çıkmasını engellemektedir.

Maalesef Batı her şeyi kanla öğrenmiştir. Avrupa’da her şeyin bedeli çok ağır olmuştur. Avrupa Birliği dahi XX. asırda iki dünya savaşının yapılmasından sonra gerçekleşmiştir. Maalesef Avrupa her şeyi vuruşa vuruşa öğreniyor. II. Dünya savaşından sonra Avrupa problemleri konuşarak çözmeye başladı ve bunun neticesinde bugünkü Avrupa Birliği oluştu. Dileriz Avrupa dileriz sosyal krizlerin sübabı olan âilenin önemini konuşarak anlar ve gerekli tedbirleri alır. Henüz Avrupa bu konuyu konuşmaya dahi başlamış değildir. Dünya on yıllık periyotlarla büyük değişiklikler yaşıyor. Bu değişen dünyada hiç kimse şimdiki gücüne dayanıp “bana bir şey olmaz” havasıyla önemli meseleleri umursamazlıktan gelemez. Eğer böyle yapılırsa bunun bedeli çok ağır olur. Artık dünya küreselleşmiştir. Bir yerde meydana gelen olumsuzluk her yeri etkilemektedir. Dolayısıyla kimse önemli problemleri görmezlikten gelemez.

Allah’a inanan toplumların başlarını ellerinin arasına alıp  dinle hayatı nasıl bağdaştıracaklarını iyi düşünmeleri gerekir. Çünkü din hayatın önemli bir esasıdır. Sosyal bir hayat nizam tesis edilirken dini inançları rencide edici bir düzenlemenin getirilmesi tasvip edilemez. Hayatta her türden düşünceye hürriyet tanınmalı ve her türlü dinî inançlara saygı gösterilmelidir. Eğer insanlık kavga etmeden yaşamak istiyorsa başka görüşten olan insanların inanç ve düşüncelerine saygı göstermek ve hoşgörülü olmak mecburiyetindedir.

Geçmişte dini açıdan bazı yanlışlıklar yapılmış olabilir. Ancak yapılan hataları sadece din alanıyla sınırlamak da doğru değildir. Geçmişte her sahada bazı hatalar yapılmıştır. Önemli olan bu hataları görüp benzerî hataları tekrar yapmamaktır.

Akıl ile dinin uzlaştığı bir sosyal düzene şiddetle ihtiyaç vardır. Belki âilenin korunması da böyle sağlanacaktır.

Sonuç:

Âile, insanlar için küçük bir cennettir. İnsanın dünyadaki en yüksek mutluluğu âile bağlarıyla gerçekleşir. Günümüzde âile her gün biraz daha çöküşe doğru gitmektedir. Bu çöküşün durdurulması ve tersine çevrilmesi için gereken araştırmalar yapılmalı ve gerekli tedbirler alınmalıdır.

[1] Nisâ, 4/1.
[2] Şûrâ, 42/11; Nebe’, 78/8.
[3] Şûrâ, 42/11
[4] Tâhâ, 20/53; Hac, 22/5; Şuarâ’, 26/7; Lokman, 31/10; Kâf, 50/7.
[5] Hûd, 11/40; Ra’d, 13/3; Mü’minûn, 23/27; Zâriyât, 51/49; Necm, 53/45; Kıyâme, 75/49.
[6] Nisâ, 4/21.
[7] İbnü’l-Heysem hadisi Mecme‘u’z-Zevâid’de rivayet etmiş ve isnadının sahih olduğunu söylemiştir. İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVII, 227.
[8] Ebû Dâvûd, Talak 9; Tirmizî, Talak 9.
[9] Nûr, 24/32-33.
[10] İbn Mâce, Nikâh, 1.
[11] İbrahim Canan,  Hadis Ansiklopedisi, XV, 394.
[12] Ebû Dâvûd, Nikâh 37; Tirmizî, Nikâh 7.
[13] Müslim, Nikâh 1.
[14] Buhârî, Nikâh 15.
[15] Tirmizî, Nikâh 3.
[16] Bakara, 2/24.
[17] Nûr, 24/3.
[18] Ebû Dâvûd, Nikâh 5.
[19] Nesâî, Nikâh 9.
[20] Müslim, Nikâh 74; Nesâî, Nikâh 23.
[21] Ebû Dâvûd, Nikâh 19.
[22] İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XV, 406.
[23] Âl-i İmrân, 3/38.
[24] Âl-i İmrân, 3/39.
[25] Zâriyât, 51/24-30.
[26] Ebû Dâvûd, Nikâh 4; Nesâî, Nikâh 11.
[27] Müslim, Nikâh 9; Ebû Dâvûd, Nikâh 44; Tirmizî, Nikâh 9.
[28] Nur, 24/32.
[29] Munavî, Feyzu’l-kadîr, Beyrut, trz., VI, 103.
[30] Bakara, 2/187.
[31] A‘râf, 7/26.
[32] Yûnus, 10/67.
[33] A’râf, 7/189.
[34] Rûm, 30/21.
[35] Nesâî, ‘Işretü’n-nisâ, 1.
[36] Müslim, Radâ’ 64; Nisâî, Nikâh 15.
[37] Ra‘d, 13/23.
[38] Zuhruf, 43/70.
[39] Yâsîn, 36/56.
[40] Bakara, 27/229.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*