Limanlardaki gemi “babaları” ve mendirekler

Cenâb-ı Hakk’ın rahmet sıfatının tecellisi ve hikmetinin gereği olan “su”yun; durgun, sakin, mülâyim bir fıtratı ve yapısı vardır. Yeryüzünün dörtte üçünü kaplayan uçsuz, bucaksız okyanusların, denizlerin; kara parçasının süsü ve can damarı olan nehirlerin, ırmakların, derelerin asıl kaynağı olan su hayata renk ve kuvvet veren büyük nimetlerdir.

Fakat bu mülâyim ve sakin fıtrat Cenâb-ı Hakk’ın emriyle “Celâl” sıfatına mazhar olduğu zaman, “Kahhar” isminin tecellisini gösterecek hiddet ve şiddete dönüşen bir hâl arz eder. Bu babda denizlerde dev dalgalar, karalarda sel taşkınları, heyelân ve istilâlara varan haller her yıl binlerce canı almakta ve maddi-manevi birçok yıkım ve hasara sebeb olmaktadır.

Karalardaki suyun bu sınırları zorlayan taşkınlığı için bentler, duvarlar, barajlar yapılır. Yıkım ve tahribatlar nispeten böyle önlenmeye çalışılır. Denizin hiddetlenip, gazaba geldiği zamanlarda gemiler için sığınılacak tek yer vardır; o da limanlar. Limanı mahfuz ve güvenilir yapanlar da; mendirekler, dalgakıranlar ve “babalar”dır! Bu iki önemli unsurun; biri dalgaları kırar, birisi de gemileri sabitler, tehlikeden uzaklaştırır. Limandaki “babalar”; görünümü itibariyle kısa, gösterişsiz, çelik veya demirden yapılmış, sabit, kalın direklerdir. Ama vazifeleri, fonksiyonları büyüktür, önemlidir. Bunların yardımıyla, fırtınaların tahribatından gemiler, yolcular, mürettebat emniyete kavuşur.

Fırtınalar, savrulmalar, derin ve etkili dalgalar sadece denizlere has değildir. Karada olan fırtınalar bazan daha dehşetli ve ibretlidir. İnsanlar, toplumlar, gruplar, milletler ânî ve olağanüstü meydana gelen dalgalanmalara, savrulmalara, sapmalara maruz kalabilirler. İşte o zamanlarda limanlardaki gemi “babaları” gibi sarsılmaz ve savrulmaz, sabit, istikametli, sabırlı liderlere, görüşlere, fikirlere, gruplara ve vizyona ihtiyaç vardır. Ortalık savrulunca, itidal, istikamet, akl-ı selîm, makuliyet, sağduyu kaybolur. Ortamda huzur ve sükûn kalmaz. O zaman cumhur-u avâm sığınacak bir liman, tutunacak bir “baba”, yol gösterici bir rehbere ihtiyaç duyar. Çoğu zaman da bu tür manevî kaynakları bulup keşfetmek veya var olanın farkında olmak kolay değildir. Çünkü normal zamanlarda sisli havayı seven kurt karakterli derin güç odaklarının oyununa gelen masum ve mahzun kitleler dehşetli bir “karartmayla” bu kurtuluş reçetesi “baba” misâl değerlerden uzaklaştırılmışlardır. Onlar masum ve mağdur oldukları ve iyi niyet ve sathî görüşlerinin kurbanı olarak; “göz kamaştırıcı kalabalıklara ve söz bezirgânı baronların” yanına çekilmişlerdir.   

Ülkede son günlerde siyasî, adlî, asayiş, ekonomik, ahlâkî ve cemaatî bazda meydana gelen, belki de getirilen “depreme” ve muhataplarına bakınca şahsen ben çok üzülüyorum. Evet, mutlaka bu olayın perde arkasındaki kaderin cilvesine bir diyeceğimiz olamaz. Ama bir asra yakın zamandır bu tür iç dinamiklerin güçlendirilmesi, tarifi, ifadesi, vazifesi, sorumluluk ve münasebetlerinin yerli yerinde kullanılmasının lüzumuna ve gereğine işaret eden bir müçtehid ve onun yolundan giden bir “şahs-ı manevî” hareketi var ortada. Ve yine onun bu yanlış icraatlara karşı cansiperane verdiği bir manevî mücadele var görünen ve bilinen. Bu Kur’ânî düsturlara her iki taraf tam olarak kulak verseydi, bu kadar manevî tahribat ve gerilim, kinleşme ve çok aşırı tarafgirlik olmayacaktı belki de.

Bu son olayların herkese verdiği ibret dersinin olmasını isteriz. Ve yine isteriz ki, bu olaylar şunu ortaya koymuş olsun: “Siyasetin”; kesinlikle dinin suiistimaline tevessül etmemesi. “Cemaatin” ise; kesinlikle siyasetin dışında, kendi gerçek sahası olan “maneviyatın, yardımın, hakkın ve dinin” içerisinde olması. Herkes ve her grup kendi faaliyet alanını, hedefini ve metodunu bilsin ve o noktaların dışına taşmasın.

Yoksa bu kavram ve güçler yanlış makamlarda kullanılırsa hem kendileri kaybeder, hem de millete, Müslümanlara ve insanlığa kaybettirirler. Emekler hebâ olur. Millete ve ülkeye yazık olur.

Keşke bütün bunlar yaşanmasaydı. Ama tarihe not düşmek için burada bir hakkı teslim etmek gerek. Kırkbeş yıldır itilip kakılan, hor görülüp dışlanan, küçük görülüp hakarete maruz kalan Yeni Asya camiası ve misyonu hem “cemaat” hem de “siyaset” alanında dalgalara maruz kalınmaması için limanlardaki “mendirek” ve “baba” sorumluluğu ve şuuru ile hareket etti. Bu konuda başlı başına bir ekol oldu. Adam yetiştirdi. Eserler meydana getirdi. Müsbet bir fikir alanı açıp manevî bir mücadele verdi ve halen veriyor. Ama süfyanizmin, deccalizmin fitne ve münafıklıkla iş gördüğü bir ortamda maalesef bunları anlatmak kolay olmadı, olmuyor. Bu alanda bu camia çok çile çekip enerji sarf etti. Ama sonunda yine “haklı” çıkan taraf oldu.

Bu dehşetli fırtınalı zamanda dalgaların kırılıp, ümitlerin tazelenmesi gerekir. Bugün Türkiye sınırları içerisinde buna şiddetle ihtiyaç var. Yeni Asya camiası, yıllardan beri elhamdülillah bunu yapmaya çalışıyor. Şimdi yine bize ve akl-ı selîm sahibi olan herkese düşen bir sorumluluk var. Bu konuda kesinkes bir tarafgirliğe girmeden, hakkın hatırı için, samimî ve masum Müslümanların hakkı için, halkın da akl-ı selim ve makul çizgiye gelmesi için bu yolda kesintisiz bir mücadele vermek zorundayız.

Bizim düşüncemiz odur ki; bu asırda her türlü “Siyasal İslâm” fikri ve tatbikatı İslâmın ruhuna aykırıdır. İslâm dünyasındaki ve ülkemizdeki tatbikatların fiyaskoyla bitmiş olması bunun en açık delilidir. Siyaset dini kullanamaz ve sûistimal edemez. Ancak dine hizmet edebilir.

“Cemaat” anlayışının açıktan veya gizli olarak siyasete bulaşması, onu kullanmaya kalkması, ortak hareket etmesi tamamen yanlıştır. Cemaatin siyasetle bilfiiil işi olmaz. Sadece siyasî tercihi olabilir. O da Kur’ân ve İslâm adına olmak şartıyladır. Asrın müçtehidinin fikri budur, tatbikatı budur, mirası ve tavsiyesi de budur.

Burada bir şeye daha dikkat çekmek isterim: Bu olaylardan dolayı, çok daha dikkatli olmalıyız. Müslümanlar arasındaki iç meseleler ekrana ve sokağa taşınmamalı. Çeşitli sebeb ve yollarla İslâmı ve Müslümanları kullanmaya kalkanlar var ve olabilir. Onlara karşı da tarzımız ve duruşumuz bellidir. Merdane duruşumuzu devam ettirmeliyiz. Kudsî dâvâya gölge getirecek hiçbir harekete ve görüşe meylimiz ve âlet olmamız düşünülemez. Her alanda olduğu gibi her birimiz dünyevî saadetimizin kaynağı olan “meşveret”ten asla ayrılmadan kudsî hizmetlerimizi arttırarak devam ettirmeliyiz. Küçük ve önemsiz görüp, hakarete ve ithama devam edenlere karşı göstereceğimiz tavır; müsbet harekettir, makuliyettir, meşrûiyettir, sağduyudur, insaftır, samimiyettir ve ihlâsla hizmetlere devam etmektir.

Cenâb-ı Hak hepimizi her türlü fitne, fesat, dünyevî tarafgirlik, gerilim ve husûmetten muhafaza etsin. (Âmin)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*