Soru – Cevap

SORU:
Risâle-i Nur’da “kanun” ve “hukuk” kavramları nasıl ele alınıyor? Bu kavramları “müslim-gayr-i mü’min” ve “mü’min-gayr-i müslim” bağlamında açıklar mısınız?

CEVAP:

Bütün İslâm mütefekkirleri gibi Üstad da hakkı ve hukuku, sadece insanlar arasında cereyan edebilen dünyevî hesaplaşmanın bir aracı ya da malzemesi olarak değil, bütün eşyanın Allah’ın önünde birbiriyle ve Allah’ın eşya ile yapacağı hesaplaşmanın bir malzemesi olarak görmektedir. Allah’ın Adl isminin tam tecellisi de böylece ortaya çıkmış olacaktır.
Bu hesaplaşmada herkes/her şey görevini yerine getirmiş olup olmadığından sorgulanacaktır. Görev tanımları ise fıtratta ve iradede gizlidir. Şöyle ki;
İradesi bulunmayan varlıklar kendi fıtratlarına konulmuş olan görevin kurallarını yerine getirmiş olmaktan sorumlu tutulacaktır. Buna fıtrat kanunları ya da şeriat-ı fıtriye denmektedir.
İradesi bulunan varlıklar (insanlar ve cinler) ise yine irade vasıtasıyla ve peygamberler aracılığıyla muhatap oldukları vahiyle kendilerine bildirilen kurallara uyup uymamaktan sorgulanacaktır. Bu kurallara da şeriat-ı diniye denir.
İslâm’ın ilk yıllarında yazılı kaynak ve dolayısıyla kanun sadece Kur’ân iken; sonraları Kur’ân’a ve sünnete uygun hükümler içeren başka yazılı kaynaklar da ortaya çıkarılmıştır.
Tedvin (kanunlaştırma) denilen bu faaliyet sonucunda ortaya çıkan kanunlar, önceleri fıkıh kuralları (kanunları) biçiminde görülmüş, çok sonraları, Osmanlı devletinin sonuna doğru, bu günkü bilinen anlamıyla soyut hukuk kurallarına yani kanuna ya da kanunnameye (büyük kanuna) dönüştürülmüştür.
Ancak özellikle bu dönemde, kanunlarda yer alan kuralların kaynağının ne olduğu ve ne olması gerektiği (akıl-vahiy önceliği meselesi) tartışılmaya başlanmıştır. Bu tartışmada özellikle bazı kanunların bazı hükümlerinin Avrupa’dan alınması önemli rol oynamıştır. Zira bu dönemde birçok kanun, zorunlu görülerek, batılı kanunlardan tercüme edilmiş ve kısmen değiştirilerek kabul edilmiştir. Şüphesiz bu durum Avrupa’dan hukuk almak anlamına da gelmiştir. Oysa Avrupa’nın kanunları da bir kodifikasyon (tedvin-kanunlaştırma) sonucu ortaya çıkarılmış olmakla birlikte, kaynağı sahih vahiy değil, bulanık (muharref) vahiy ve “nefse tâbi olmuş akıl”dır.
İşte bu nedenle Üstad “Ahkâmda Avrupa’yı taklid”in yani “Avrupa kanunlarını tercüme ve tatbik etmenin (resepsiyon’un)” bir dilencilik hükmünde olduğunu, oysa İslâm dünyasının, hak, hukuk ve adaletin esaslarını vaz eden Kur’ân’dan süzülen asıl saf kaynağı elinde tutuyor olması dolayısıyla esasen yeterince zengin olduğunu ve dilenciliğe ihtiyacı olmadığını belirtmektedir. Buna göre İslâm fıkıhçıları sadece, asırların geçmesi ve taklidin bulandırması dolayısıyla doğrudan aslî kaynaklara ulaşmakta zorlanmaktadırlar. O halde asıl kaynağa yeniden dönülmeli ve bu kaynağın yani vahyin bu asra uygun yorumu ile gerçek hak ve adaletin ölçüsü insanlığa gösterilmelidir.
Bununla birlikte belirtelim ki bu taklit reddiyesi bazı konularda işlemez. Bu hallerde taklit, elimizdekinin kıymetini bilmeyip bir kenara bırakarak yapılan bir iş değil, kaderin hükmüyle başımıza gelen zorunlu bir durumdur.
Meselâ otomobili kim icat etmiş ve trafik kurallarını kim geliştirmiş ise bu konudaki kanunu da önce o yapmıştır. Otomobili almak, mecburen otomobil ve trafikle ilgili kanunu ve dolayısıyla hukuku da almak anlamına gelir. Zira bu örnekteki teknolojik medeniyet unsuru durumundaki otomobil insanlığın ve bilimin ortak malı ve mirası olduğu gibi, insanlığın ortak sosyal medeniyeti durumunda olan trafik kuralları ve kanunları da insanlığın ortak malıdır ve “İlim Çin’de de olsa alınız” hadis-i şerifinde de belirtildiği üzere nereden ve hangi kaynaktan alındığı önemli değildir.
Yine bu sebeple otomobili icad eden gibi, trafik kurallarını yazılı hale getiren de insanlığın faydasına bir iş yapmıştır.
Nitekim Bediüzzaman, Münâzarât’ta (s. 70) “Zaman-ı Saadet’te bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukûlü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakkî ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’ânîde dâhil değildir.” diyerek medeniyet iktibasının caiz ve hatta lâzım olduğunu ifade etmektedir.
Bediüzzaman yine Münâzarât’ta (s. 69) “Hem de bir adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın” diyerek bu duruma işaret etmektedir.
Bu kişilerin bir şartla “dinsiz bir Müslüman”* sayılması mümkündür. Şöyle ki Üstad’a göre klâsik anlamıyla Mü’min ve Müslüman olmayan (dinsiz) bir kişi “ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik” göstermesi halinde bu sıfata sahip olur. Bunu da şöyle izah eder Bediüzzaman: “Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; ‘dinsiz bir Müslüman’ denilirdi. Sonra bazı Mü’minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; ‘gayr-ı müslim bir Mü’min’ tâbirine mazhar oluyorlar.”

(Mektubat, 9. Mektub, s. 38)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*