Türkçülük ve Kürtçülük üzerine

Bediüzzaman Said Nursî; 1338’de Ankara’ya gittiğinde, imanın erkanına saldıran ejderhayı gördüğünde “Eyvah, dedim..!”1 demişti.

Van’da kendisiyle görüşen ekseri dostların ve talebelerin, aile hayatlarından şekvalar işitince de “Eyvah, dedim..!”2 demişti. Risale-i Nur Külliyatı’nı incelediğimizde, Bediüzzaman bir yerde daha ‘Eyvah, dedim.’’ diyordu.

Bediüzzaman’ın bu üçüncü ‘Eyvah’ı ‘milliyet’ konusundadır.

Sözü kendisine bırakalım:

“Hatta o zamandan evvel Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde hamiyetli ve gayet zeki o talebem ulum-u diniyeden aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: ‘Salih bir Türk elbette fasık kardeşimden, babamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabadır.’ Sonra aynı talebe talihsizliğinden sırf maddi fünun-u cedide okumuş. Sonra ben dört sene sonra onunla görüştüm. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki : ‘Ben şimdi Rafızi bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.’ Ben de ‘EYVAH! dedim.’ Sen ne kadar bozulmuşsun.”3

Aslında, imanın erkanını tahribe yönelen ejderhanın marifetlerinden birisi de budur. İmanın erkanını tahrip, zaten sonunda aile saadetini de tahrip ediyordu. Bir de Müslüman milletin arasına unsuriyet fikrini de yerleştirince, İslam milletini perişan etti. Birliği ve beraberliği baltaladı. Sosyal hayatı alt üst etti.

Bin yıldan fazladır; önceliği tevhid-i İlahi olan bu millet, önceliği Hz. Muhammed (asm) olan bu millet, önceliği Kur’an-ı Azimüşşan olan bu millet; birlikteliğini kaybederek ırkî değerlerini ön planda tutar oldu.

O ejderhanın sinsi planlarıyla, ehl-i imanı birbirine bağlayan bağları bilemez olduk.

Önce bu memleketin dağına taşına Türklük işlendi. Türkçülük yapıldı. Irk ön planda tutuldu. Bu vatanda yaşayan diğer unsurlar göz ardı edildi. Sahte bir hamiyetfüruşluk aldı başını gitti. Belli ki bu, dessas planın bir parçasıydı ki, bu memlekette yaşayan diğer unsurların da ırkçılık damarı sürekli tahrik edildi. Etki tepkiyi doğurdu. Başka unsurlar da kendi ırklarını birinci sıraya aldılar.

İnsanları birbirine bağlayan öncelik ırkları, ırkî bağları oldu ve din kardeşliği duygularımız iyice zayıfladı. Bu vatanda yaşayan iki Müslüman ana unsuru birbirine düşürdüle; Türkleri ve Kürtleri.

Geçmişten günümüze en çok başımızı ağrıtan bu problemi; Cumhuriyet’in başında da gören Bediüzzaman Said Nursi; Sultan Abdulhamid döneminden beri dillendirdiği ve hayata geçirilmesi konusunda canhıraş gayret sarf ettiği, Medresetüzzehra projesiyle halletmek istiyordu.

Zira, Bediüzzaman bu meselenin içerisindeydi. Olayı bizzat canlı yaşıyordu. O bölgeden yani Şark’tan yükselecek olan, ırkçılık fikrinin toplumu ve memleketi yangın yerine çevireceğini görüyordu.

Bu gün, otuz–kırk bin cana mal olan bu fitnenin, o günden habercisi olan; o talebesinin İstanbul’daki eğitiminden sonraki aldığı hal üzerine “Eyvah, dedim…! Sen ne kadar bozulmuşsun” diyordu.

1922 senesinde davet edildiği Meclis’in açılışından sonra mecliste mebuslara dağıttığı ve duyurduğu beyanname tarihe şahitlik edecek kıymettedir. Ve çok çok önemlidir. Bu beyannameden sonra bazı milletvekilleriyle aralarında geçen konuşmada Bediüzzaman mebuslara der ki:

“Başka vilayetlerde sırf fünun-u cedide okuttursanız da Şark’ta her halde, millet vatan maslahatı namına, ulum-u diniye esas olmalıdır. Yoksa; Türk olmayan Müslümanlar, Türk’e hakiki kardeşliği hissedemeyecek.”4

Bu altın kıymetindeki sözler kulak ardı edildi. Bu vatanda unsuriyetçiliği ön planda tutan eğitim modelleri uygulandı. Bu Şark’ta da uygulandı Garp’ta da uygulandı.

Peki, bu uygulamanın vatan ve millete maslahatı ne oldu? İşte Risale-i Nur Külliyatı’nda üç yerde Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin “Eyvah! dedim” ifadelerinin ihtiva ettiği mânâlar bu şekilde. Bediüzzaman’la birlikte aslında bütün bir millet bu gün, aynı ‘’Eyvah!’’ları çekmektedir.

Bu “Eyvah”ları dindirmenin çare-i yeganesi; Risale-i Nur Külliyatı’nda izahını bulan reçetelerin; eğitimden sağlığa, içişlerinden dışişlerine kadar her alanda kendisine uygulama alanı bulmasından geçmektedir.’’5

Bediüzzaman Said Nursî oldukça hacimli olan ‘’Risale-i Nur Külliyatı’’ isimli eserinde, ırk ayrımı gözetmeksizin Müslümanların birliği ve kardeşliği esasına dayanan İslam milliyetine ısrarla vurgu yapmaktadır.

Ki, bu düşünce tarzı onun bütün insanlığı kucaklayan engin bir fikir anlayışına sahip olduğunun bir göstergesidir. Eserlerinin bir çok yerinde bütünleştirici bir yaklaşımla insanları, kabilelere ve boylara ayırmadan İslam milliyetini öncelediğini görmekteyiz.

Öncelikle şu tesbiti yapmakta fayda mülahaza ediyoruz: Bediüzzaman’ın ilmî ve fikrî derinliği göz önünde bulundurulduğunda kesinlikle yalnızca yerel, bölgesel ve ulusal düzeyde düşünen birisi olmadığını hemen fark ediyoruz.

Said Nursî uluslararası ölçekte düşünebilen; fikir ve düşünce sistematiği olarak tüm insanlığı kucaklayabilen saygın bir düşünürdür.

Allah u Azimüşşan Kur’ân-ı Kerîm’inde buyuruyor ki:

‘’Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, ta birbirinizi tanıyasınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yek diğerinize karşı inkârla yabani bakasınız, husûmet ve adavet edesiniz değildir.’’6

Bu âyetiyle yüce yaratıcı, insanları, Müslüman ırkları İslâm’ın şemsiyesi altında kardeşliğe dâvet ve onları İslâm’a teşvik etmektedir.

Buradan da anlaşılacağı üzere; ayrı ayrı ırklar yalnızca tanınma açısından ve tanınmanın neticesinde hasıl olacak olan yardımlaşma ve dayanışma açısından önem arz etmektedir. Irklar birer tanımdır.

Nasıl ki insanlara verilen Ali, Ahmet, Hasan, Mustafa gibi isimler bir ayrışmayı ve birbirine yabani olmayı gerektirmiyorsa; Kürt, Türk, Arap gibi isimler de ayrışmayı değil, tam aksine Yüce Yaratıcının emir ve yasakları doğrultusunda birbirlerine karşı yardımlaşma ve dayanışmayı netice vermelidir.

Bediüzzaman’ın eserlerinde rastladığımız ‘müsbet ve menfi milliyet’ tabirleri de son derece orijinaldir. Kendisine ait olan bu tasnifle Bediüzzaman; sosyoloji ilmine de bu konuda yeni kazanımlar eklemiş bulunmaktadır.

Bediüzzaman’a göre; ırkların kendi milliyetlerinde taşıdıkları yüce hasletler İslâm’ı anlamada ve yaşamada teşvik edici bir heyecan görevi görmelidir.

Irk ve milliyetimize vurgu yapılması, ancak İslâm’ı yaşamak ve İslâm’a çalışmak için bir teşvik edici mahiyet arz etmelidir.

Bediüzzaman, eserlerinin birçok yerinde, özellikle Müslüman ırklara hitap ederken ‘’Ey Türkler! Ey Kürtler! Ey Araplar!‘’ ifadesinden sonra, ısrarla bu taifeleri İslâm’a sahip çıkmaları konusunda uyarmaktadır.

1911 yılında Şam’daki Emeviye Camii’nde Araplara seslenirken:

‘’Ey bu sözlerimi dinleyen bu Cami-i Emeviye’deki kardeşler. Tembelliğiniz ve nemelâzım deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve haksızlıktır.’’7

demektedir.

Bediüzzaman onlara, ‘Arap’lıklarını hatırlatarak, bu ırkın İslâm özelliğinden dolayı onları ilme, terakkiye ve İslâm’ı yaşamaya teşvik etmektedir.

Yine Emevi Camii’ndeki hutbesinde:

‘’Ey bu camideki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki ihvanlarım.‘’8

sözleriyle Said Nursî’nin, Araplar üzerinden bütün dünya Müslümanlarına göndermede bulunarak, yöresel ve bölgesel düşünmeyip, evrensel bir anlayışla bütün Müslümanları kucakladığını da görmekteyiz.

‘’Araplarda, Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyet’le mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyet’tir. Irkçılık bütün bütün bir tehlike-i azimedir.’’9

derken de asıl Arap olmanın gereklerinden en önemlisinin, İslâmiyet’le mezc olmak olduğuna vurgu yapıyor.

II. Meşrûtiyet’in ilânından sonra Bediüzzaman’ın Şarkî Anadolu’daki Kürt aşiretlerine meşrûtiyeti anlatırken de onların ırkî hasletlerinden hareketle, Kürtleri İslâm’a teşvik ettiğini görmekteyiz.

‘’Meşveret (meşrûtiyeti kastediyor) perdeyi attı. Milliyet göründü harekete geldi. Milliyet içinde İslâmiyet ışıklandı. İhtizaza geldi. Zira milliyetimizin ruhu İslâmiyet’tir.’’ 10

diye Kürtlere hitap ederken, meşrûtiyetle birlikte istibdadın kalkarak fikir hürriyetinin gelişmesiyle, ırkî milliyetlerin harekete geçtiğini, asıl bu milliyet içerisinde aydınlığa kavuşan unsurun İslâmiyet olduğunu ve Kürtlerin milliyetlerinin özünü İslâm’ın teşkil ettiğini anlatarak, Kürtleri İslâm’ı yaşamaya ve anlamaya teşvik etmektedir.

Bediüzzaman Said Nursî, bazı Türkçülerin:

‘’Siz Türksünüz. Said bir Kürttür, milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesai etmek hamiyet-i milliyeye münafidir.’’

suçlamasına karşı;

‘’Ey bedbaht mülhid, ben felillahilhamd Müslümanım. Her zamanda kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır.’’11

söylemiyle ırkları birleştirici bir unsur olan “İslâm milliyeti’’ne vurgu yapmaktadır.

Bir çok eserinde âyet ve hadisler ışığında Türkler’den övgüyle bahseden Said Nursî, bu argümanları kullanarak, Türklerin İslâmiyet’e sıkı sıkı sarılmaları gerektiğini özellikle teşvik ve tavsiye etmektedir.

‘’Ey Türk Kardeş bilhassa sen dikkat et! ‘’12

çağrısıyla da onların İslâm’la olan bağlarını koparmamalarını ısrarla vurgulamaktadır.

‘’Dünyanın neresinde Türk varsa Müslümandır..”13

özgün ifadesiyle Said Nursî; Türklerin milliyetinin, İslâmiyet’le mezc olduğunu söylemektedir. Bu özgün ifadenin ilk defa Said Nursî tarafından kullanıldığına da ayrıca dikkat edelim.

Said Nursî’nin bütün dünya Müslümanlarını birleştirici özelliği onun ‘’İttihad-ı İslâm’’ fikrinde de kendisini kuvvetle hissettirmektedir.

Hatta onun ideallerinden birisi olan ‘’Medreset’üz –Zehra‘’ projesi “İttihad-ı İslâm’’ın çekirdeğini oluşturmaktadır diyebiliriz.’’14

1922 TBMM‘de milletvekilleriyle aralarında geçen bir bahsi eserlerine de yansıtan Said Nursî vekillerin:

‘’Sen sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun, halbuki şimdi garplılara benzemek lâzım.’’

sözleri üzerine şöyle demektedir:

‘’Hatta o zamandan evvel Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde hamiyetli ve gayet zeki o talebem ulum-u diniyeden aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: ’Salih bir Türk elbette fasık kardeşimden, babamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabadır.’ Sonra aynı talebe talihsizliğinden sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben dört sene sonra onunla görüştüm. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: ‘Şimdi ben Rafızi bir Kürdü, Salih Türk hocasına tercih ederim.’ Ben de ‘’Eyvah!’’ dedim. ‘’Sen ne kadar bozulmuşsun.’’ Bir hafta çalıştım. Onu kurtardım. Eski hakikatli hamiyetine çevirdim.

Sonra Meclis-i Mebusan’daki bana muhalefet eden meb’uslara dedim: O talebenin evvelki hali Türk milletine ne kadar lüzumu var. Ve ikinci halinin ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum.’’15

Said Nursî’nin, bu anekdotunu devlet ricalimizin özellikle İçişleri’nin ve Eğitim İşleri’nin mutlaka dikkate almaları temennisiyle diyor yazımızı noktalıyoruz.

Yaşasın İslâm kardeşliği. Yaşasın vatan birlikteliği. Yaşasın komşuluk. Yaşasın İnsanlık.

Atilla Yılmaz

Dipnotlar:
1-Bediüzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, YAN, s.141. /
2-B.S.Nursi, Lem’alar, YAN, s.203. /
3-B.S.Nursi, Emirdağ Lahikası, YAN, s.403. /
4-a.g.e. /
5- Atilla Yılmaz, Sentezhaber.com, 8 Şubat 2012
6- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat.
7- Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat.
8- a.g.e.
9- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat.
10- Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat.
11- Bediüzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat.
12- a.g.e.
13- a.g.e.
14- Atilla Yılmaz, risaletalimhaber.com
15- Bediüzzaman Said Nursî, Yeni Asya Neşriyat, Printend in Germany, 1994, s. 128.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*