Üniter yapıyı kimler bozuyor?

Bugün “terör takviyeli bölücü tehdit” olarak ifade edilen tehlike, yeni bir durum değil. Ortaya çıkıp bu boyutlara ulaşmasında etkili olan en önemli sebepler ise uzun yıllar boyunca devlete mal edilen resmî ideolojinin ürettiği ırkçı ve laikçi zihniyetin yine devlet adına uygulattığı baskıcı ve dayatmacı politikalar.

Son dönemde kapağı biraz aralanır gibi olan Dersim dosyası bile, tek başına, vaktiyle bölge halkına nelerin reva görüldüğünün sarsıcı belgesi.

Buna benzer kimbilir daha neler oldu…

1950 öncesindeki tek parti devri, bu noktada çok kabarık bir dehşet listesini içinde saklıyor.
Aynı şekilde, 1950’de girdiğimiz çok partili demokrasiyi defalarca kesintiye uğratan ihtilâl dönemleri de. Meselâ 12 Eylül rejiminin en bilinen zulüm simgelerinden Diyarbakır cezaevinde olup bitenler yıllardır dilden dile dolaşıyor.

Oysa demokrasinin güçlenerek devamına fırsat verilse ve 1950’de milletin reyleriyle işbaşına gelen Menderes hükümetinin, geçmiş dönemdeki zulümlerin toplum bünyesinde açtığı yaraları sarıp tedavi etmek üzere başlattığı süreç devam edebilseydi, bugünkü sıkıntılar olmazdı.

Bu bağlamda 27 Mayıs darbesini yapan cuntanın önde gelen elemanlarından, Millî Birlik Komitesi üyesi Numan Esin’in, hatıralarında, Yassıada’daki hücresinde konuştuğu Menderes’e Kürt meselesini sorduğunda, ondan “Bu işi demokrasiyle çözecektik” cevabı aldığını aktarması ilginç.

Nitekim Şeyh Said’in torunu Melik Fırat başta olmak üzere, tek parti devrinde zulme uğrayıp mağdur edilmiş aile ve aşiretlerin temsilcileri DP’den milletvekili seçilip Meclise girmişti.

Keza haksız, ayrımcı ve asimilasyoncu uygulamalara son verilerek, bölge halkına senelerdir hasret kaldığı hizmetler götürülmüş, böylece helâlleşme ve kucaklaşma süreci başlatılmıştı.

Ne yazık ki, 27 Mayıs bu süreci de sabote etti.
Sonrasında yapılan her darbe, durumu daha da kötüleştirdi. En tahripkârı ise 12 Eylül oldu.
Ve sokakları kan gölüne çeviren anarşi ve terör belâsına son verme gerekçesiyle yapılan 12 Eylül darbesinin zehirli meyvelerinden biri, otuz yıla yakındır devam eden PKK terörü oldu.

Bu yapılanlarda iki noktanın özel önemi var.
Biri, gerçekte din ve vicdan hürriyetinin teminatı olması gereken laikliğin, tam tersine aktif ve azgın bir din karşıtlığına dönüştürülen jakoben, baskıcı ve dayatmacı bir laikçilik şeklinde uygulanması. Bu durum toplumun tamamını olduğu gibi, bilhassa öteden beri dine bağlılığı ile bilinen bölge halkını da son derece rahatsız etti.

Diğeri, milliyetçiliğin, Kürt kimliğini reddeden bir Türk ırkçılığına dönüştürülmesi. “Kürt yok, dağ Türkü var; Kürt sözü dağda yürürken çıkan kart-kurt seslerinden türemiştir” safsataları, ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı bir coğrafyada her yere “Türk, övün, çalış, güven” ve “Ne mutlu Türküm diyene” sloganlarının kazınması ve Kürtçe yasağı bunun tezahürleriydi.

İşte yıllar içinde biriken öfke patlamalarının ve bazı insanların ruh dünyasında oluşan duygusal kopuş psikolojisinin altında bunlar da var.

Laikçi ve ırkçı telkinlerin Kürt cenahındaki izdüşümleri de işin içine girince, görünüşte çatışma halinde olan, ama gerçekte birbirini besleyerek kaos ve terör ortamının devamını sağlayan taraflar oluştu. Şu anda yaşanan hadise bu.

Hem vahim yanlışlarda karşılıklı olarak ısrar edilecek, hem de birlikte yaşamaktan, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünden, üniter yapıdan dem vurulacak. Olacak şey mi?

(Her fırsatta tekrarlanan “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” nakaratı bile, öncelikler sıralamasında devleti öne koyup, ikinci sıraya vatan ve toprağı yerleştiren, milleti ise en son sıraya bırakan son derece sorunlu ve sakat mantığın bir başka ilginç örneği değil mi?)

Velhasıl yanlışlar üzerine birlik inşa edilemez.

Bu yanlışların dayatmalarla dikte edilmesi ise mevcut olan ortak zeminleri de dağıtıp parçalar.
Şükür ki, yapılan bunca yanlışa rağmen bölünmedik ve inşaallah bundan sonra da bölünmeyeceğiz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*