27 Mayıs’ta unutulan demokrasi ve Menderes

Cumhuriyetin 87. yılını dolduğumuz şu günlerde, Yeni Asya farkıyla okuduğumuz gazete sayfalarından anlıyoruz ki, çok uzun ve çok çetin badireler atlaşmışız millet olarak. Evet, Türkiye Cumhuriyeti seksen yedi yaşında. Peki, Türk demokrasisi kaç yaşında? Bugün gelinen noktaya bakılırsa, çok da uzun yaşamamış.

Demokrasi deyince akla gelen ilk isim; Adnan Menderes. Cumhuriyet tarihinin en mümtaz, en demokrat ve—dünyevî anlamda—en talihsiz siyaset adamı. Hakkında söylenecek ve yazılacak çok şey var aslında. Ama aynı zamanda araştırılıp öğrenilecek de çok şey var. Gün yüzüne çıkmamış bilinmeyen taraflarıyla saklanan gerçekler…

Haksız yere idam edilmesinin üzerinden 50 yıl geçti, yani yarım asır. Onu tanımayanlar tanıdıkça demokrasinin ne demek olduğunu öğrendi.

Şimdi ise, kimi çevrelerce, daha tam anlamını da bilmeden demokrasi nârâları atılıyor. Siyasetçiler, politikacılar ve bilhassa hükümetin, demokrasi dedi mi mangalda kül bırakmaması ne kadar enteresan değil mi? Bu kişilerin Menderes’i çok iyi anlamaları ve tanımaları gerekir. Çünkü demokrasi öyle adamlar ister. Kelle koltukta mücadele ve ciddiyet ister. Korku ya da tehdit siyaseti yapanların işi değil.

Hani meşhur bir soru vardır: “Yalnız başına bir adaya giderken yanına alacağın üç şey nedir?” diye. Herkesin ‘en’leri vardır vazgeçemeyip götüreceği. Menderes’inki de şüphesiz demokrasidir desem abartmış olmam. Çünkü gerçekten inanmış demokrasiye. Öyle olmasa bugün durum daha farklı olurdu.

Onun sonrasında demokratlık çok tartışıldı, çok konuşuldu. Onun misyonunun devamı olmaya talip pek çok parti ve şahıs çıktı. Bugün bunlardan biri de millî görüş geleneğinden ayrılıp kendi misyonuna isim koyamayan AKP’dir. Hep Menderes ve Özal’ın varisi olduklarını ifade ettiler. Hocalarının “Atatürk yaşasaydı bizim partimizden olurdu” dediği gibi, onlar da aynı tarz ve üslûpta yollarına devam ediyorlar. Özal’ı bilmem, ama Menderes’in bu verasetten memnun olduğunu sanmam. “Neden?” diyenler için; zira demokrasi ayrım yapmaz, adaleti sağlamada korkmaz, vatandaşa hizmet yerine eteklerinde ağlamaz. Vatandaşının hakkının savunucusu olur. İnsan hakları ve hürriyetin adıdır demokrasi. İnananın da inanmayanın da, istediği gibi hür yaşamasıdır. Hizmet alanla hizmet veren ayrımı yapılmadan sağlanan insan hakkıdır demokrasi. Başörtüsü yasağı benim ve benim gibi mağdur edilenlerin insan hakları yasağıdır. Bir gün gelir, bu hak mutlaka alınır.

Müslüman bir ülke, dindar bir parti ve başörtü yasağı… Utanıyorum; ülkem adına bu çarpıklıktan utanıyorum… Sonra demokrasi diyoruz, kaş yapalım derken gözden oluyoruz. Evet, AKP ne dindarlığı becerebiliyor (ki siyaset yoluyla böyle bir çaba içerisine girmenin doğru ve mümkün olmadığını da biliyoruz zaten), ne de demokratlığı…

Peki Menderes’in demokrasisinde durum nasıldı?

Onun zamanında başörtüsü diye bir zulüm yoktu. Olsaydı, mutlaka çözerdi. “Nasıl emin olabiliyorsun?” diyenlere birkaç örnek verelim. Meselâ ezan, meselâ dinî tedrisat, meselâ Risâle-i Nur’un neşrinin serbestiyeti ve daha pek çok şey sıralanabilir. Ama bence en önemlisi ve en zor olanı, ezanın aslına çevrilmesidir. Tıpkı bugünkü başörtüsü gibi ağır bir mes’uliyet. Ama fark var: Ezan daha umumî ve daha zor şartlarda aslına çevrilmiş. Umumî, çünkü başörtüsü takan ve mağduriyet yaşayanların sayısına nazaran ezan daha umumî. Yüzde doksan dokuzun sorunu. Ve o dönemde muhalefet yine CHP ve İnönü. Dinin tamamen yok edilmeye çalışıldığı ve neredeyse başarıldığı bir dönem. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, eski CHP’li ve Mustafa Kemal’in sağ kolu diyebileceğimiz bir isim. Menderes, çiçeği burnunda bir başbakan. İlk icraatlarından olan Ezan-ı Muhammedi’yi aslına çeviren yasayı ve yanında istifa dilekçesini beraber masaya koyar. Bu kararlılık ve samimiyetle yasa onaylanır ve on sekiz yıl devam eden zulüm biter, Ramazan’ın ilk Cumasında aslıyla okunur. (1950)

İşte bu ve bunun gibi pek çok şey yazılabilir, tarih meydandadır, isteyen arar bulur. Menderes bilindik şekliyle çok dindar bir insan değildi. Fakat dine ve dindarlara ciddî taraftar, insan hak ve özgürlüklerine son derece saygılı bir demokrattı. Yukarıda verdiğimiz örnek üzere, koltuk sevdalısı da değildi. Milletine hizmet eden bir efendiydi. Milletinin inancını ve isteklerini göz ardı etmeyip, kulak tıkamayıp, pas geçmeyen bir siyaset adamıydı. Bu minvalde Risâle-i Nur’a yaptığı hizmeti söylemeden geçmek olmaz. O döneme kadar, Risâle-i Nurların neşri ve okunması yasaktır. Bediüzzaman’ın isteği üzerine, Menderes hükümeti Risâle-i Nur’ların serbestisine izin verir. (1956) Üstadın duâsına böylece mazhar olur. Üstadın bu istekleri için Menderes’e gönderdiği mektupta şöyle geçmektedir:

“Ezan-ı Muhammedi’nin (asm) neşriyle, Demokratlar, on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya’yı, beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek ve hâlen İslâm’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran yirmi sekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risâle-i Nur’un resmen serbestisini dindar Demokratlar ilân etmeli ve bu yaraya bir nev’î merhem vurmalıdırlar. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının, zâlimane kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir-iki saat baktım ve bunu yazdım.” (Emirdağ Lâhikası, s. 765, Yeni Asya Neşriyat)

Yalnız, mezkûr paragraftan da anlaşılacağı gibi, Üstadımızın ve bu aziz milletimizin ondan istediği bir hizmet daha vardı, Ayasofya’nın ibadete açılması. Bu konuda da gayret etmişse de, güç yetirememiş ve maalesef açamamıştır. Açamamakla kalmayıp, bir de darbe ile o meş’um olay gerçekleşmiştir.

27 Mayıs’ta yapılan darbe ile ülke demokrasisi ağır bir yara almıştır. Bu darbenin etkisiyle hâlâ kendine gelememiştir. O meş’um olaydan sonra pek çok partili ağır cezalar almış, pek çok zulme maruz kalmış ve dört tane de şehit vermiştir. Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ve Adnan Menderes. Bir de bilinmeyen yönleriyle intihar iftirası atılıp, cinayete kurban giden Namık Gedik vardır. Her birinden Allah ebeden, daima razı olsun.

Bundan sonra temennimiz, demokrasi için başka şehitler vermeyelim, başka bedeller ödemeyelim. Milletimiz gerçek bir demokrasiyi fazlasıyla hak ediyor. Artık yeter, söz gerçekten milletindir. Buna saygı duyan bir devlet istiyoruz. Bir de Ayasofya’nın aslına çevrilmesini cân-ı gönülden istiyoruz. Elbet bir gün o da aslî hüviyetini kazanacaktır. Kim bilir belki de demokrasiyi Menderes’ten miras alan gerçek demokratlar tarafından açılacaktır İnşâallah. İşte o gün, ‘Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür seda İslâmın sedası olacaktır.’ İşte bu yüzden ümitvârız ve olacağız. Bu vesileyle İslâm kahramanı olan Menderes ve arkadaşlarını bir kez daha rahmetle anıyoruz. Ruhlarına binler Fatiha.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*