Barla, yeniden diriliş

Yunus bütün Anadolu’yu dolaşmasına rağmen kendisine yine de “miskin” demeye devam etmiştir.

O nasıl kabına sığmaz bir ruhtur ve aşktır ki o zamanın imkânsızlığında tefekkür etmedik mekân, ziyaret etmedik makam bırakmamasına rağmen yine de doymamıştır. Zamanımızın insanı ise ya miskindir ya da modern vasıtalarla hevesâtının peşinde koşan avaredir. Her ikisinin kıskacında bunalan ruhlar için Barla nurânî bir yoldur ve bir nevî seyr-i süluktur, atalete, zaman ve mekâna bir meydan okumadır.

Üniversiteli kardeşlerimizin gayretleriyle Karadeniz Ereğli’den yirmi kişilik kafileyle yola çıktığımızda seyahat içte miydi, yoksa dışta mıydı tam seçemedik. Çünkü Barla zaten içimizdeydi ve sekiz saatlik mesafeye rağmen Barla’nın nurânî atmosferine hemen girivermiştik. İlâhiler, marşlar ve koyu sohbetler gecenin karanlığında yerini yavaş yavaş sükûnete terk ederken mesafeler tükeniyordu. Göz alabildiğine uzanan geniş ve karanlık yollarda, tepeleri aşarken, yıldızların ışımasıyla sanki yıldızlar arasında seyahat ediyormuş tefekkürüyle yollar daha da zevkli hale geldi. Afyonkarahisar ve Şuhut’tan geçip Barla’ya yaklaştığımızda hava iyice aydınlanmıştı. Derin vadiler, yüksek tepeler, kıvrımlı yollar ve doyumsuz manzaralar artık daha da zevkliydi… Tarihçilerin yeri hususunda bir türlü karar veremediği tarihin en önemli savaşlarından olan Miryekefolan Savaşı bu vadilerden ve geçitlerden birisinde yapıldı… Doğu Roma’nın nihaî olarak belinin kırıldığı bir savaş… Haçlı saldırılarıyla iyice hırpalanan İslâm’ı, Anadolu’dan atmak için Bizans ve Haçlı ittifakının olanca gücüyle saldırdığı bir savaş. Güçlerinin zirvesinde olanlar İslâm ordularını kalbinden vurduklarını zannettiklerinde kuşatıldıklarını fark edememişlerdi. Selçuklu bu savaşta yeniden dirildi, İslâm’ın bu topraklardan artık sökülemeyeceği kesinleşti. Tarih hemen önümüzdeki Barla’da tekrar etti, İslâm bir kez daha yeniden dirildi. “Kuş uçmaz kervan geçmez bir köye sürdük ve bitirdik” denilenler küfrün belini burada kırdılar. Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez nurunu bütün dünyaya buradan yaydılar.

Aracımız Barla’ya yaklaşırken, “Tepelice Çama Çıktım” türküsü heyecanları zirveye çıkarmaya yetti. Şiir ve bestesi ne kadar güzel ki yol boyunca hiç bıkmadan usanmadan en az yirmi defa dinlemişizdir. Tesislerimizin güzelliği ve çalışanlarının güler yüzü bütün yorgunluğumuzu unutturmaya yetti. Bir kısmımız bütün gece gözünü hiç kırpmamasına rağmen kahvaltıdan sonra hepimiz ayaktaydık ve Üstadın evini ziyarete hazırdık.

Üstadın evine yaklaşırken önce Cennet Bahçesine geldik. Bilindiği gibi burası Risale-i Nur’daki Cennet bahsinin kaleme alındığı mekân. Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’ân âyetlerini defalarca okumasıyla aradaki perdelerin açılıp “Bin sene dünya saltanatının bir saatine bedel olmadığı Cennet’in” müşahede edildiği muazzam bir mekân. O müşahedenin tecessüm etmiş hakikatleri, meyveleri ve gölgeleri bahçenin her yerine nüfuz etmiş. Güzel bir tefekkür ve dersten sonra yola devam ettik.

Bediüzzaman Hazretlerinin evine yaklaşırken ilk önce ta uzaklardan çınar ağacı bütün ihtişamıyla sizleri selâmlıyor. Kırk bin dil ile Âlemlerin Rabbini zikreden melekleri anlamamız için Risale-i Nur’da verilen misalde olduğu kırk bin dil ile bizleri karşılıyor. Dikkat çekici bir tevafuk ki bu bölgede bu kadar büyük bir çınar ağacı yok… Evet, Bediüzzaman Hazretleri ile ilgili her şey burada çizgi üstü… Her şey onun için asırlar öncesinden hazırlanmış… Mütevazı bir ev ve altında gürül gürül akan buz gibi bir su… Su derken hem burada hem de bütün Barla’da su da çizgi üstü… Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve merhametinin mücessem bir tecellisi… Sular o kadar güzel ve o kadar nefis ki, Kur’ân’dan tereşşuh eden nurlar gibi onlara da cennetten her gün bir damla geliyor olsa gerek… İman ve Kur’ân hizmetinin makbuliyeti için dem ve damarlarınızda hissedeceğiniz harika bir rahmet ve nimet…

Mütevazı bir ev demiştik. Dağ gibi koca bir ağacı tırnak kadar bir çekirdeğe sığdıran kader kalemi, Ayasofya’da elli bin kişiye vaaz veren Bediüzzaman Hazretlerini şu küçücük eve, şu küçük kasabaya sığdırmıştı. Âlemlerin Rabbi burayı bir çekirdek yaptı. O çekirdek önümüzdeki şu koca çınar gibi hatta Osman Gazi’nin rüyasındaki çınar gibi büyüdü, Osmanlı mülkünü ve bütün dünyayı kapladı ve kaplayacak inşaallah…

Risale-i Nur’da geçen “Bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, müdhiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı” diye başlayan kısımda ifade edildiği gibi Kur’ân’ın etrafındaki dağlar gibi surlar yıkılmıştı. Aynı sadık vakıada ‘İ’caz-ı Kur’ân’ı beyan et’ emrini alan Bediüzzaman Hazretlerinin ilk medresesi işte bu mekân idi. Buranın ehemmiyetini kavramak için Tarihçe-i Hayat’tan bir paragraf aktaralım: “Barla, ehl-i imanın manevî imdadına gönderilen Risale-i Nur Külliyatı’nın te’lif edilmeye başlandığı ilk merkezdir. Barla, Millet-i İslâmiyenin, hususan Anadolu halkının başına gelen dehşetli bir dalâlet ve dinsizlik cereyanına karşı, Kur’ân’dan gelen bir hidayet nurunun, bir saadet güneşinin tulû’ ettiği beldedir.”

İnsanlığın hatta kâinatın en önemli meselesi olan öldükten sonra dirilmeyi iki kere iki dört eder derecesinde ispat eden Haşir Risalesi burada kaleme alındı. Kışta ölmüş çiçeklerin baharda tekrar açması misali İslâm ve iman hakikatleri ve yeni bir nesil ter ü taze olarak yeniden dirildi. Haşir bir kez daha ispat edildi. Oradan Bediüzzaman Hazretlerinin Ezan-ı Muhammedîyi okutmaya her türlü baskı ve zulme rağmen sebatla devam ettiği Mus Mescidine gittik. Büyük musîbetlerin gelmesine mani olan o ihlâs ve sadakati, sebat ve metaneti iki rekât namaz ile terennüm ettik.

Daha sonraki durağımız Barla Kabristanı idi… Kader kaleminin çizgileri kimisi Şam’dan, kimisi Osmanlı coğrafyasının başka bir bölgesinden gelerek bu çileli yolda kesişmiş… Hepsinin gayesi ve vazifesi iman ve Kur’ân hizmetinde Üstadlarına yardım etmek. Kimisi âlim kimisi ümmî… Ortak yönleri ihlâs ve sadakatte, sabır ve metanette yirmi evliya kuvvetinde muazzam kahramanlar… Yukardan Barla’nın bağ ve bahçeleri daha bir güzel gözükür. Talebelik yıllarımda Sungur Ağabey’den bir derste dinlemiştim: “Üstad Barla’ya, meyvelerini neredeyse taşıyamayacak hale gelmiş bağ ve bahçelerine yukardan şöyle göz gezdirerek baktı. ‘Bak kardeşim Sungur! Sahiplerinin elde ettikleri kazancın kat kat fazlasını ben bir anda alıyorum’. Üstad bunu söylerken: Elini bağ ve bahçelerin üzerinde gezdirip toparladıktan sonra dudaklarına götürdüğünde, sanki Barla’nın bütün üzüm ve meyvelerin hülâsasını içiyor gibi hissettim” demişti. Cennetten bir salkım veya dünya cenneti her halde bu olsa gerek.

Barla kahramanlarının havasını terennüm ederken Çam Dağı yoluna koyulduk. Yollar eskisi gibi tozlu ve çileli değildi. Parke taşlar neredeyse tamamlanmak üzereydi. Tıpkı Nur yolculuğu gibi… Bize cennet asa bir bahar miras kalmıştı… Üstadın tefekkür mekânlarına çıkıp zirveden, önümüzde göz alabildiğine uzanan ovaların ve dağların yeşilliğini, Eğirdir Gölünün ve gökyüzünün maviliğini seyretmek neredeyse bir ömre bedel… Üçüncü ve Altıncı Mektubları yerinde okumak ayrı zevk. Gölün ve gökyüzünün maviliğine bakarak Üstadın fezada seyahat eden ilâhi bir geminin kaptan köşkü olarak gördüğü mekânı hakkalyakin hissetmeye çalıştık.

Ertesi gün menzilimiz Isparta idi… Tabi bu arada tesislerimiz dolup taşıyordu. Ankara’dan, Antalya’dan ve başka şehirlerden gelenler, gidenler, kimisi yıllardır görmediğimiz kimisi ise Bezm-i Elest’ten aşina olduğumuz simalar… Isparta’ya geldiğimizde Mithat Abi bizi karşıladı. İstanbul ilahiyatçılarının ifadesiyle “Hocaların hocası Mithat Hoca”… Üstadın mütevazı hususî eşyaları, kimseye minnet etmeyerek giydiği kıyafetleri, bin kollu Nurcu teksir makinası, Osmanlıca Risale-i Nurlardan dünya dillerine çevrilenlerine kadar hepsini tek tek hıfz etmeye çalıştık. Mithat Abinin anlatımı ile zaman yolculuğu başladı. Sakin üslûbundaki her bir kelime ile birçok hadiseyi ve hatırayı sanki yeniden yaşadık.

Son durağımız ise Sav Köyü idi… Benim doğduğum topraklar buraya yakındır. Çocukluğumdan itibaren ismini en çok duyduğum yerlerden birisi olmasına rağmen ziyaret etmek bugüne kısmet imiş. Yetmişli yıllarda bizim köyden Sav Köyüne giden gelen çok olurdu. Kâğıt, kalem, mürekkep, yazılan risaleler sürekli bir hareket… 12 Mart döneminde Sav Köyüne gidenlerden on-on beş kişinin kelepçelenerek götürüldüğünü çocukluğumda güçlükle hatırlıyorum. Merkez Camiini ve vaktiyle imamlığını yapan nurun fedakâr hadimi Hafız Mehmed’in kabrini ziyaret ettik. Orada medfun nurun kahramanlarına Fatiha okuduk. Mahkemeye verilen çeşmeyi ziyaret ettik. “Şu istikbal inkılâbı içerisinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır” ve “Din hayatın hayatı…“ yazılarını buz gibi su ile birlikte kana kana içtik. Sakarya misali ne suya ne de İslâm’a kelepçe vurulamazdı… Sokakları dolaşırken Mithat Hocanın naklettiği anekdotlarla, on yedi defa külliyatı yazan Büyük Ruhlu Küçük Ali’yi ve diğer fedakâr Nur Talebelerini sanki görür gibi olduk.

Ziyaretler tamamlandığında dönüş yolu gözükmüştü. Çam Dağı türküsüyle birlikte artık Hasan Feyzi’nin “Yine firkat, yine hasret…” ile başlayan ayrılık ve hasret şiiri hislerimize tercüman oluyordu.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*