Bu günkü yazıma TOLSTOY’un şu güzel veciz sözüyle başlamak istiyorum ki;
“Okumak hevesimi, dünya’nın bütün hazinelerine değiştirmem.”demiştir.
Bu dünya’da insanların gönlünde sevgiyle taht kuranlar ve ebediyen yaşayacak olanlar; Tolstoy gibi, okumayı bütün dünya değerlerinin üstünde görenler ve burada gördüklerini ve yaşadıklarını, kalemle yazıya dökenler ile geride kalıcı kitaplar, eserler bırakanlar; “Âlimler, bilge insanlar, her ne kadar ölseler de; yaşamaya devam ederler.” Gerçeğine mazhar olanlardır.
Bu girişi neden yaptım onu izah edeyim: Yazılarımın biraz uzunca olduğunun farkındayım. Bazı dostlarımın da bu konuda uyarıları var. Elbette ki; bunu samimiyetlerine bağlıyor ve anlayışla karşılıyorum ve ayrıca son derece de memnun olduğumu ifade etmek isterim.
Biz toplum olarak “okuma” zevkinden hızla uzaklaşıyoruz. Oysa okumak kadar insanın kalbine ve ruh’una haz ve lezzet veren hiç bir şey yoktur ve olmamalıdır da. Bu yazdığım ilmî makâlelerim varsın bir on dakikamızı alsın. Bundan eğer bazı dostlarım üşeniyorsa, onlara sadece el-insaf derim. Varsın dünya’nın malayani boş şeyleri ile uğraşmaya devam etsinler. “Merâk ilmin hocasıdır.” Vecizesine uygun meziyeti bulunan diğerleri ise; benimle beraber, bu ilmî hakikatleri okuyup, mütalâa etsinler. Beğendiğiniz tarafları, aklın cebine, dimağınızın bir tarafına bırakınız. Sempati duymadığınız diğer kısımlarından da sarf-ı nazar ediniz.
Zaman sür’atle akıp gidiyor. Ömür sermayesi pek az, ama o denli de, pek kıymetlidir.
Hz.Ali; “Geçip giden zaman değil, ömürdür.” Buyurarak, zamanın ve ömrün ne kadar değerli olduğunu nazara vermişlerdir.
Dünya bir mazra’a olduğuna göre; mahsulatının bol, verimli ve bereketli olmasına dikkat ettiğimiz gibi, buna ilâveten ayrıca gereken özen ve itinayı da göstermemiz icab eder.
İnsan, rûh ile yaşayan mahlukatın en seçkini durumundadır ve Allâh’ın en garip ve en âcip nakışlarla nakşedilmiş, müzeyyen bir sanatıdır. İnsanın bu ayrıcalığı; akıl, irade, sır, şuur ve tefekkür bağlamında, rûh’una gelen kuvvet ve destekten dolayıdır.
Allâh, insanın kendisini aramasını, bulmasını ve bu buluştan sonra da, kalbine almasını ve taâtle kendisine yönelmesini ister. Allâh, bu istek çerçevesinde, sadece insanı muhatap kabul etmiştir.
Bu kadar mükemmel duygularla yaratılıp donatılan insanın boşuna yaratılmadığı, belki; belli bazı sorumlulukları da beraberinde getirdiği muhakkaktır. Ve bu mes’uliyet, tamamen onun manevi cephesi üzerine bina edilmiştir. Bu sorumluluğun başında, yüce yaratıcıya nankörlük etmeden; O’na inanmak ve imân ile bağlanmak ve diğer hemcinsi olan insanlarla da iyi geçinmek, sevgiyle bakmak ve beraberce yaşayabilmektir.
Biz, eşref-i mahlukat olan insanı maddesiyle, manasıyla incelemeye, tahlil etmeye, gerçek lâyık olduğu konumuyla, makamıyla değerlendirmeye çalışıyoruz.
Şüphesiz doğa üstü bir güce inanmak olan iman duygusu; insanın fıtratında, öz mayasında mevcuttur. “FITRAT YALAN SÖYLEMEZ.” Kaidesince; insan ve iman ilişkisi ve bu versiyonu üzerinde duracağız.
Sosyal hayatta sürekli “İMAN” dan söz edilir. Ama bu konuda toplum olarak yeteri kadar bilgi sahibi olduğumuz da iddia edilemez. Bu günkü yazıda bir nebzecik iman’ın insan ile olan bağlantıları üzerinde duracak ve bu hususta kısa ve ancak zaruri ve herkese lâzım olan bilgiler üzerinde duracağım.
İMAN; insanın akıl ve ruhunda peyda olan marifetullâh (Allâh’ı esmasıyla bilmen) ‘ın bir tezahürü, bir meyvesidir.
Lugât’ta iman: Tasdik manasına gelir.
İMÂN; Akâid âlimlerince şöyle tarif edilmiştir. İman: Kalp ile tasdik, dil ile ikrâr ve erkân (rükünler) ile âmel etmektir.(1)
İman; insanın içinde bulunduğu şuur halinın dört mertebesiyle açıklanabilir. Bunlarda:
Bilmek “marifet”
İnanmak “Tasdik”
Söylemek “İkrar”
Yapmak “Âmel” dır.
Bu dört boyut, insanın insanlığını sergilediği dört alandır. Çünkü insan; “inanan” “konuşan” “bilen” ve “yapan” bir varlıktır.
Hayatın anlâmı ve insanın mahlukât içerisinde taşıdığı bir imtiyaza neden olan imanı; bir ağaca benzetirsek şayet; bu ağacın kökü kalbte, gövdesi âkılda ve dalları organlardadır. Bu ağacın meyvesi ise amellerdir.
İman; insanı fiziğin dar ve statik sınırlarından kurtarıp, onu kendi dışındaki âlemlerle bütünleştiren en büyük muharrik güçtür.
İman gibi muazzam bir imkânı kullanmayan insan, bedeninin daracık kabuğuna sıkışıp kalmış, meleklerle ve diğer aşkın varlıklarıyla yarıştığı mana âlemini terk derek; hayvanlarla yaşadığı fizik dünyasına, kendisini mahkûm etmiş demektir.
Âkıl, imanın aracıdır. Bu araç, amacına ulaşamamışsa, insanın hem cinsleri, yani diğer dışında kalan insanlar için; tüm yaratıklardan daha tehlikeli bir varlık haline gelmiştir, diyebiliriz.
İman’a araç olsun diye verilen âkıl, kimi zaman haddini aşarak, imanın koltuğuna oturur ve kendisi amaç olur. Aklın putlaştırılması, ilâhlaştırılması, işte bu durumun bir sonucudur.
Âklın iman’a yoldaşlığı değil de, rakip olarak çıkartıldığı bir yerde, insan için artık dengeler bozulmuş, alt üst olmuş demektir. Çünkü âkıl imansız, ya da iman âkılsız kalmıştır.
Burada, kısaca, İMAN ve İSLÂM deyimleri ile bunların farklı anlâmları üzerinde durmak isterım.
Kur’an-ı Kerimde, “Bedeviler, “iman ettik” dediler. De ki: Siz imân etmediniz, fakat “İslâm olduk” deyiniz. Çünkü imân daha kalblerinize girmedi.” (2) buyrulmuştur.
Ve yine aynı âyet’te, “Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mu’min erkekler ve mu’min kadınlar.” Diye ifadeleri yer alırken, Müslüman’ın ayrı, mu’minin de ayrı manalarla ifade edildiği anlaşılmaktadır.
Ayrıca Cebrail, Allâh’ın Resûl’une: “İman nedir?” Bir de “İslâm nedir?” Diye, ayrı ayrı sorması”ıyla, bu ikisinin farklı şeyler olduğu nazara verilmiştir.
Hz. Muhammed (asm) İman ve İslâm’ı şöyle açıklamıştır.
İslâm: Dışta ve görünürde, iman ise; içte ve kalbte olandır.
İman ile İslâm birbirinden bağımsız olmadığını, şu hadis-i şerif ifade ediyor. Bir gün Hz.Cebrail, sahabi topluluğu içinde bulunan Hz. Muhammed’e yanaşarak dizlerini O’nun dizleri ile birleştirerek üç soru tevcih etti. O sorular: “İslâm nedir?” “İmân nedir?” “İhsân nedir?” Diye ardı ardına sorular tevcih eder.
Burada Hz. Peygamberın “İslâm nedir?” Sorusuna verdiği cevap üzerinde durmak istiyoruz:
1- Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed O’nun elçisi olduğuna şehadet etmek.
2- Namaz kılmak.
3- Zekâtı vermek.
4- hac etmek.
5- Ramazan orucunu tutmak
Bunların dördü organlarla ilgili eylemler olup, diğer bir tanesi de Allâh’ın vahdâniyetini ve Muhammed’in O’nun elçisi olduğunu ikrâr etmektir. Diğer dört madde; bu birinci maddeye bağlı olan şehadet olmadan, ne namaz ve zekât, ne hac ve de oruç olur.
Birinci madde de yanılmamak gerekir. Zira orada, “İman etmek” değil, ” Şehadet etmek şart koşulmuştur. “Şehadet” ise dil’in âmelidir.
İman’ı iç güvenlik olarak tanımlarsak; İslâm da dış güvenliktir.
Bir adam Nebiy’e sordu: “Hangi İslâm daha hayırlıdır?”
Buyurdu ki: “Açları doyurursun, ister tanı, ister tanımadığına selâm vermek. İşte en güzel İslâm budur.” dedi.
DİN, hem İslâm’ın, hem de İmân’ın ortak adıdır. İmânsız İslâm mümkündür, lâkin makbul değildir.
Çünkü İman tasdik, İslâm âmeldir. İmân kalbin âmeli, İslâm bedenin imanıdır. İman muharrik kuvvet, İslâm bu kuvvettin harekete dönüşmesidir.
İmân’la âmeli ayırmak, İmân’la İslâm’ı ayırmak demektir ki, bu durumda; ortada ne İman kalır, ne de İslâm.
Burada Albert EİNSTEİN’ın konuyla yakından ilgili olduğu için şu sözünü nakledeyim: “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır.” Şu deyimden anlaşılan; din ile ilimin birbirlerine münafi olamadığını, yek diğerini inkâr etmediği gibi; aslında birbirinin mütemmimi, yani tamamlayıcısı hükmünde olmanın zaruretini ifade eder.
Bu manaya yakın, Wiliam JAMES’ın şu sözleri de gayet anlâmlıdır. “İnsan, ilimden istifade eder, fakat din ile yaşar.” Demiştir.
Bu din, ilim ilişkisini tesbit babında, Ali Fuat BAŞGİL’ın (3) aşırıya kaçmadan; orta haddi bulma adına bir muvazene ve dengeyi tesbit kabul edeceğimiz ifadeleri gayet makul ve akla uygun düşmektedir.
“İlim ile din birbirini nefyetmez, bilâkis tamamlar. Çünkü bunlardan biri aklın, dığeri kalbin ışığıdır. Ve insan ne yalnız akıldan, ne de gönülden ibarettir. Fakat hem âkıl, hem de gönül sahibi bir varlıktır. Dinsiz ilim belki aklı tatmin eder, fakat muhakkak ki gönlü karartır. Nitekim, ilimsiz din de rûh’u ve gönlü aydınlatır, fakat aklı karanlıkta bırakır. Binaenaleyh insanlığın hayrı ve faydası, ne bu gün olduğu gibi yalnız ilme bağlanmaktadır, ne de orta çağlarda olduğu gibi yalnız din’e sarılmaktadır. Fakat her ikisine birden sarılmaktır.”
Konuyla alakalı olarak, Bediüzzamanın veciz ifadeleri de şöyledır.
“Vicdanın ziyası (ışığı) ulûmu diniye (din ilimleri) dır. Aklın nur’u fen ilimleri (fününu medeniye) dir. Bu ikisinın imtizaciyle hakikât tecelli eder. Bunlar bir birinden ayrıldığı zaman birinden taâsub (bağnazlık), diğerinden ise hile ve şüphe doğar, tevellüd eder.” (4) buyurmuştur.
Bediüzzaman, İslâm ile İmân arasındaki farkı ise şöyle izah eder:
“İslâmiyet iltizâm (gerekli, lâzım gelen) dır. İman iz’an (basiret, itaat etme) dır. Diğer bir tabirle: İslâm, hakka tarafgirlık ve teslim ve inkiyad (uyma) dır. İman ise: Hakk’ı kabul ve tasdiktir.
Eskide bazı dinsizleri gördüm ki: Ahkâm-ı Kur’aniye’ye (Kur’an hükümlerine) şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette hakkın iltizâmiyle, İslâmiyete mazhardı; “Dinsiz bir Müslüman” denirdi. Sonra bazı mu’minleri gördüm ki; ahkâm-ı Kur’aniye’ye tarafgirlik göstermiyorlar. “Gayr- Müslim bir mu’min” tabirine mazhar oluyorlar.” Buna göre; İslâmiyetsiz imân kurtulmaya sebeb olmadığı gibi; İslâmiyet’siz iman’da kurtuluşa medar olamaz.” diye İfade etmişlerdir.(5)
Başta, şuurun mertebeleri olarak zikrettiğimiz Ma’rifet, Tasdik, İkrar ve âmel İman’ın dört boyutudur.
Bu boyutların ortaya çıktığı merkezler ise üç’tür. Akıl, Kalb ve beden. Ma’rifet akıl’da, tasdik kalb’te, ikrâr ve âmel bedende ortaya çıkar.
Ma’rifet; aklın iman etmesidir.
Tasdik; kalbin iman etmesidir.
İkrâr ve âmel ise; bedenin imân etmesidir.
Rûh gibi âkıl’da, insanı insan yapan en önemli unsurlardan biridir. Hayvanların âklı yoktur. Onun için, onlardan iman etmeleri beklenemez. Hayvanların iç güdüleri vardır, lâkin iradeleri yoktur. Onun için ahlâklı olmaları da beklenemez.
İnsan, aklını bilgi için kullanır. Bilgi ise; insanı iman’a götürüyor ve ayrıca bu bilgi, insanı Allâh’la buluşturabiliyor ise faydalıdır.
Ve bir âyet-i kerim’e meâli:
“Doğrusu size Rabbiniz tarafından deliller, basiretler (İdrâk kabiliyeti) verilmiştir. Bunları kim artık görürse (tabi olursa) kendine, kim de görmez, kör olursa aleyhinedir.”(6)
Dipnotlar
(1) İci, Mevakıf.s.385. Cürcani, Şerhü’l- Mevakıf, s.323
(2) Hucurat 49/14
(3) Ali Fuat BAŞGİL, dört yıl Kafkas cephesinde savaşmış ordinaryüs profesör. “Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti kurucusu. “Gençlerle Başbaşa” kitabiyla gençlere çalışmanın ve başarının yollarını göstermiştir.
(4) Münazat s. 87
(5) Mektubat, s.34
(6) En’am 6/104
Benzer konuda makaleler:
- İnsanın yaratılış gayesi
- Allah’a iman
- İnsan niçin yaratıldı?
- Antika san’at; İnsan!
- İnsandaki duygular
- İnsan olmayı tercih etmek
- Köprü insan haklarını tartışıyor
- İnkâr etmemek başka, iman etmek başkadır
- Kalbimiz temiz, imanımız tam mı?
- İnsana verilen duygular
İlk yorum yapan olun