İpliklerle gelen dost

Oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı.

Odadaki her şey yerli yerindeydi de, bir tek kendisi iğreti duruyor gibi hissetti. Renk renk ipek iplikler, keten kumaşlar, nadide el işleriyle doluydu salon. Ortada bir masa, masanın üzerinde dikiş makinası… Köşede bir soba, sobanın yanında koltuk.. Oturduğu yerden başını kaldırdı. Bir an benim burada ne işim var dedi. Öyle ya… Ne dikişten anlardı, ne nakıştan… Üstelik çeyiz sandığında bile kitaplar vardı evlendiğinde. Bu işlerden o kadar uzaktı yani. Okumalı, yazmalı bir hayattan, geldiği yer.. Canı sıkıldı. Annesi duysa ne işin var senin orda, zaman israfı.. Onlarla vakit öldüreceğine, git iki satır daha kitap oku derdi kesin. Ama… İşte…

Bir an yüzüne baktı kadınların. Canhıraş gayretlerle özenli çalışıyorlardı. Evde olsalar, saçma sapan sabah programları izleyeceklerdi belki. Ya da arkadaş dost ortamlarında gelin kaynana görümce dedikodusu yapacaklardı. Yirmi bin kez toz aldıkları, sildikleri yerleri, tekrar silecek, süpüreceklerdi. Ama burdalardı işte. Bir nevi iğneyle, iplikle resim yapıyor, üretime katkı sağlıyorlardı. Evde kitap okusalar daha iyiydi evet ama, bu da günah değildi sonuçta. Mübah mıydı? Evet mübahtı.

Peki ya ben diye düşündü. Ben niye buradayım? İğneden iplikten anlamam, kumaştan kasnaktan anlamam, ne işim var?

Yeni taşındıkları eve bakmaya geldiklerinde, evi gösteren hanım aynı zamanda kursun hocasıydı ve davet etmişti. Gel, yeni şeyler öğrenirsin, yeni arkadaşlar edinirsin diye.. Taşındıktan sonra da kaydını alıvermişti pat diye. Biraz emrivaki, biraz mecburiyet gibi olmuştu ona. Sanki hafiften itiliyormuş gibi.. Ama bakalım Mevla neler gösterecek, kimlerle karşılaştıracak demişti o da.

Biraz sonra ilk kez gelen bir hanımefendi girdi odaya. Biraz ürkek, mahzun ama sıcak, samimi bir selam verdi. Nedense kanı ısınıverdi ona. Aynı samimiyetle aldı selamını. Hocanın verdiği işleri alıp yapmak için bir köşeye çekildiğinde, yine bu hanım vardı yanında. Nerelisin, nerden geliyorsun sorularının açtığı sohbette, önce doğuma 10 gün kala bebeğini kaybettiğini, daha sonra da kanserden eşini kaybettiğini öğrendiğinde irkildi. Ne kadar da bildik hikayelerdi. Kendisi de 8 aylıkken bebeğini kaybetmiş, kızkardeşi eşini ebediyete uğurlamıştı. Onun da başında aynı acılar vardı yani. Kız kardeşiyle aynı yaşta olduklarını da öğrenince sevinmişti. Bir kardeşi daha olmuştu işte.

“Belki de buraya geliş maksadım budur” dedi kendi kendine. Bu ilgi alanına girmeyen yerde bulunuşu başka hikmetler içindi. Birbirinin yarasını sarmak, tesellici bir dost olmak dünyada yaşamanın bir diğer anlamıydı. Yara sararken kendi yaraların da iyileşirdi çünkü. Bu vesileyi yakalamış dostluklar da ebediyete namzet olurdu. Bunları düşünmek için daha vakit vardı ve kimbilir zaman neler gösterekti..

Havva Küçük Konur

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*