Karışmayan denizler

Hayat, denge ve ölçü sayesinde vardır. Sadece hayat mı? Neredeyse her şey bir denge, bir ölçü ve kendileri için çizilmiş maddî-manevî hassas sınırlar çerçevesinde kâinat çarklarının içinde dönüp dururlar. Hepsi de sınırlarını muhafaza ederek menzil-i maksutlarına ve istikrar noktalarına doğru seyahat ederek akıp giderler.

 

Gerçekte kâinatta, bazı istisnaları ve görünüşe bakarak yapılan değerlendirmeleri hariç tutarsak, her şey aktif haldedir. Bulunduğu ortamı, çevreyi hatta dünyayı yutma ve istilâ etme istidadında ya da gayretindedir. Bir kibrit alevi, mümkün olsa bütün ormanları ve yeryüzünü yakacak istidattadır.

İnsan çok mu farklı? O da tıpkı bir kibrit alevi gibi, cinayetleri ile bütün dünyayı zehirleyecek bir nefis ve şeytanı ile iç-içedir. Şerli ve tahripkâr istidatlarının yanında Âlemlerin Rabbini razı edecek ince bir kalbe, hayırlı amellere ve ideallere de sahiptir. Hatta öyle idealleri vardır ki, dünyayı da ahireti de geçer, cenneti bile duâsına maksat yapmaz.

Aslında dengeleri ve sınırları muhafaza etmek, gideceği ve duracağı ya da durduracağı yeri bilmek ve durduracak kudrete sahip olmak bir yöneticiliktir ve bir hâkimiyettir. Cenâb-ı Hak, binler âlemi iç-içe ve sel gibi akıp gidecek şekilde yaratmıştır. Fakat mutlak hâkimiyeti ve sınırsız rububiyeti ile hepsine maddî-manevî sınırlar ve perdeler koyarak, hiçbir şey hiçbir şeye mani olmadan vazifesini icra edecek şekilde halk etmiştir. Bu haliyle şu koca kâinatı, saat gibi dakik ve ahenkli çalışan bir sistem halinde kurmuş ve Kayyum ismiyle de idare ve muhafaza etmeye devam etmektedir. Yirmi Altıncı Mektub’tan hatırlanacak olursa, eski müfessirlerin bahsettiği “On sekiz bin âlem” ile ilgili bir soruya Rahmân Sûresi’nden bir âyetle cevap verilir: “Allah iki denizi salıverdi ki, o denizler birbirleriyle karşılaşırlar. Aralarında ise bir engel vardır; birbirine karışmazlar.”

O bahiste çok yönlü bir izah vardır. Hem maddî hem de manevî denizlerden ve binler âlemlerden bahsedilerek, âyetin şümulüne, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametine dikkat çekilir. Meşhur bir deniz bilimleri araştırmacısının da hidayetine vesile olan, tatlı ve tuzlu su denizleri, Akdeniz ve Atlas Okyanusu gibi denizlerdeki perdeye dikkat çekildiği gibi manevî âlemlerdeki perdelere de dikkat çekilir. Gerçekten rububiyet ve ubudiyet denizleri de her biri muazzam iki âlemdir ve aralarında aşılmaz bir perde vardır. Zerrelerden yıldızlara kadar, her mahlûk Cenâb-ı Hakk’ın mutlak rububiyeti, idaresi ve kontrolü altındadır. İster yıldızlar kadar had ve hesaba gelmez büyüklükte ve uzaklıkta olsun, isterse imkân dairesinin en uç noktalarındaki atom altı parçacık kadar küçük ve lâtif olsun, her zaman ubudiyet dairesindedirler. Büyüklüğüne ya da küçüklüğüne güvenerek, o perdenin öbür tarafına geçip, emre isyan ve noksanlık edemezler, rububiyet ve yaratıcılık dâvâ edemezler. Ubudiyet dairesinde, vazifelerini eksiksiz yaparak zikir ve tesbihatlarına devam ederler. Dünya ve âhiret denizleri de, ölüm gibi aşılmaz bir perde ile birlikte hikmet ve kudret yeri olması gibi daha nice perdelerin çevirdiği âlemler de yine karışmayan denizlerdendir. Hakikatte karışmayan perdeli olan denizleri biz de zihnimizde ve kalbimizde karıştırmamalıyız. Öyle ya maddî kalpte de, temiz ve kirli kan arasında perde vardır, karışması bir hastalık sonucudur. Manevî perdenin yırtıldığı, Samed ayinesi olan kalbin lekelendiği haller ve davranışlar da, tedavisi daha zor olan kalbî bir hastalığın sonucudur. Yine gayb ve şehadet âlemleri de, zaman olarak saniyeler ve saliselere kadar bölünebildiği anlarda bile an-ı seyyalenin dışına hâkim değiliz. Ne öncesine ne sonrasına geçemeyiz. Yaptığımız bir hatayı anı tekrarlayarak doğrusunu yapamayız. Zamanın, mekânın ve bütün âlemlerin tek Sahibi ve tek Hâkimine müracaat etmeden telâfi edemeyiz. “O’dur ancak şerleri hayır eyler.”

Uçsuz bucaksız denizlerin ve unsurların bin bir çeşit perdelerle kontrol edilip çalıştırıldığı bir kâinatta, insan da kâinat çarklarına uymak ve aralarında ezilmemek için, haddini ve sınırlarını iyi bilmeli ve perdeleri muhafaza etmeli. Haram-helâl demeyen nefsine bir sınır çizebilmeli. Aklını abesiyetten ve cerbezeden muhafaza ederek hikmet ile techiz edebilmeli. Cenâb-ı Hakk’tan gelen her şeye şükür diyerek, şükür dairesinde kalmalı; şikâyet ve tenkid dairesine asla girmemelidir.

Evet, Ahir zaman Müslüman’ı için istikamette yaşamak, fırtınalı bir zamanda, salıverilen iki denizin ya da okyanusun karışmaması kadar zordur. Ancak unutmamak gerekir ki, denizleri de nefislerimizi de her zerresine kadar yaratan ve kudret elinde tutan Âlemlerin Rabbi’dir. Onları bize hizmetkâr etmek O’nun rahmetinden uzak değildir. Yeter ki O’na (cc) ve O’nun Resulüne (asm) teslim ve tâbi olalım.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*