Konuşan yalnız hakikattir

Image

Küfr-ü mutlakla mücâdelede, bu kadar ağır şerâit altında, Risâle-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakîkattir, hakîkat-i îmâniyedir.

Herkes hoşlandığı mânevî makamâtı ve uhrevî saadetleri a’mâl-i sâliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak, herkesin meşrû hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı halde, ben rûhen ve kalben bu ahvâlden men ediliyordum.

Rızâ-yı İlahîden başka, fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız îmâna hizmet husûsu bana gösterildi. Çünkü, bu zamanda, hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-ı îmâniyeyi fıtrî ubûdiyetle bilmeyenlere, bilme ihtiyacında olanlara tesirli bir sûrette bildirmek, bu keşmekeş dünyasında îmânı kurtaracak ve muannidlere katî kanaat verecek bu tarzda—yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda—bir Kur’ân dersi vermek lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın; herkese katî kanaat verebilsin.

Bu kanaat da, bu zamanda, bu şerâit dahilinde, dînin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî birşeye âlet edilmediğini bilmekle husûle gelebilir. Yoksa, komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i mâneviyesine karşı çıkan bir şahıs, en büyük mânevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izâle edemez. Çünkü, îmâna girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki, “O şahıs, dehâsıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.

Allah’a binlerce şükür olsun ki, yirmi sekiz senedir dîni siyâsete âlet ittihâmı altında, Kader-i İlâhî ihtiyârım haricinde dîni hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zâlimâne eliyle mahz-ı adâlet olarak beni tokatlıyor, îkaz ediyor. “Sakın,” diyor, “îman hakîkatini kendi şahsına âlet yapma. Tâ ki, îmâna muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakîkat konuşuyor. Nefsin evhâmı, şeytanın desîseleri kalmasın, sussun.”

İşte Nur Risâlelerinin, büyük denizlerin büyük dalgaları gibi, gönüller üzerinde husûle getirdiği heyecanın kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur, başka birşey değil. Risâle-i Nur’un bahsettiği hakîkatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha beliğâne neşrettikleri halde, yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücâdelede, bu kadar ağır şerâit altında, Risâle-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakîkattir, hakîkat-i îmâniyedir.

Mâdem ki, nûr-u hakîkat, îmâna muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefâlar, mâruz kaldığım işkenceler, katlandığım musîbetler helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine hakkımı helâl ettim.

Âdil kadere de derim ki: Ben, senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa, herkes gibi gayet meşrû ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî, mânevî füyüzât hislerimi fedâ etmeseydim îman hizmetinde bu büyük ve mânevî kuvveti kaybedecektim. Ben, maddî ve mânevî herşeyimi fedâ ettim, her musîbete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede, hakîkat-i îmâniye her tarafa yayıldı. Bu sayede, Nur mekteb-i irfânının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i îmâniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşeyden ferâgat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızâsı için çalışacaklardır. Bize işkence edenler bilmeyerek, kader-i İlâhînin sırlarına, akıl erdiremeyerek, hakîkat-i îmâniyenin inkişâfına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz, onlar için yalnız hidâyet temennîsinden ibârettir. Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medresetü’z-Zehrâ’nın Risâle-i Nur Talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.

Tarihçe-i Hayat, s. 1049

LÜGATÇE:

küfr-ü mutlak: Kesin ve tam bir inkâr.

şerâit: Şartlar.

hakîkat-i îmâniye: İmâna âit hakîkat, gerçek.

a’mâl-i sâliha: Sâlih ameller, hayırlı fiiller, iyi ameller.

fıtrî: Yaratılıştan, fıtrata âit ve yaratılışla ilgili.

ubûdiyet: kulluk, ibadet.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*